Cemal Özel
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Genel
  4. İran coğrafyasının Arap Müslümanlarca işgali

İran coğrafyasının Arap Müslümanlarca işgali

featured

Ari/Aryen veya İran

Ari: i.ö. 2000’den 1500 kadar gerilere giden Sanskritce आय ārya, avestan airiia, Ahemenidçe (eski Persçede deniliyor C.Ö) aryā, modern Persçeآریائی āryā’ī kökeni Rigveda’ya giden “üstün ırk’’ anlamındadır. Eski İranice “ın’’ hali olarak aryānam: („aryānam xşaθra”nın kısaltılmış hali C.Ö) İranilerin ülkesi anlamında olup, orta İranice (Partca, Pehlevice) kısa form olarak Ērān (aslı ērān-şahr C.Ö) kökeninden gelmektedir. Dolayısıyla “Erani-İrani ırksal bir tanımlama ve bu anlamda günümüzde; Kürt, Pers, Peştun, Beluci, Tat, Taliş vb. gibi hala varlığını sürdüren halkların üst tanımı-kimliğidir.

İran tanım 20.yy. Kozak Albay Rıza, (daha sonra Şah Rıza Pahlavi/Pehlevi ismini alacaktır. C.Ö) iktidar dümenine oturduktan sonra, bütün eski Sasani hanedan olan Pehlevileri kendisine ata olarak seçmiş, “İrani-Aryenlerin (coğrafyamızdakileri kast ediyorum C.Ö) lideri olarak kendisini takdim etmiş ve bunun üzerinden hamiliğe soyunmuş, kurulan devletin adını da buna atfen İran olarak tanımlamıştır”.

Kozak Albay Rıza’nın, bu hareketi, eskiden İrani devlet-imparatorlukların kullandığı bir siyaset olup, güçlü bir toplumsal karşılığı da bulunmaktaydı. Aslında modern çağda kurulan sadece Pers-Persia devleti idi: bu tanım, günümüzde sadece; diğer İrani halkları kandırmak için kullanılan manipülasyondan başkaca bir şey değildir.

İlk İran ismini kullananlar

Tarihte bilinen ilk “ari” rumuzlu İrani devlet M.Ö 800 ile 650- 600 yıllarda yine İrani kabileler tarafından kurulan ve bir konfederasyonu olan Med devletidir. Büyük ihtimal, dinlerinin de Mitra ve Anahita tapımı olduğu yönündedir. Daha sonra yine İrani olan Kayanid kökenli Ahamenid hanedanlığı, Med devletini değişik anlatımlarda; ‘’iç bir darbe veya savaşla’’ iktidar Ahamenidlere geçmiştir. Devletin dümenine geçen yeni hanedanın dini ise, günümüzde Zerdüştlük olarak bildiğimiz behdin idi Büyük İskender tarafından M.Ö. 336-330’da ortadan kaldırılmıştır…

M.Ö 3. – M.S 3. yy. Arşak dinastisince kurulan Part imparatorluğudur. Bulgulardan hareketle, saray dini olarak Medlerin dini inancına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Değişik dini inançlar konusunda, Ahamenid ve sonraki Sasanilerden farklı olarak, tarihi kroniklerde toleranslı oldukları görülmektedir. 3.yy. Partlar zayıflamış ve tam olarak kökeni belli (hanedan olarak) olmayan Pehlevi dinastisinin atası olan Papak (Babak) tarafından kurulan Sasaniler tarafından ortadan kaldırılmıştır. Pehlevi aslında; Part olan>Pahlav kelimesinden gelir, sondaki “i” aidiyet soneki ‘’bu aileden’’ anlamında olan Pahlavi (Pehlevi) olup, resmi dini ise Zerdüştlüğün reforme edilmiş hali olan Mazdaizm’dir.

Sasaniler, diğer İrani imparatorlukların tersine, İrani ve Zerdüşt olmayanlara hiçte toleranslı davranmamış aksine büyük baskılar yapmışlardır. Zerdüşt’ü ve İrani olmayanlara “ya Zerdüşt’ü olursunuz, ya da kelleniz” denilerek zulüm edilmiş ve bu dini cemaatler dan “kelle vergisi olan cizye” alınmış; bu sistem daha sonra Arap Müslümanlarca örnek alınıp hayata geçirilmiştir.

İslam öncesi Arap yarımadası ve Araplar

İslami ortaya çıkartan, tarihi-toplumsal süreci daha net bir şekilde anlamak için, Arap yarımadası ve çevresine bakmak gerekmektedir.

Eski Yunanlar, Arabistan yarımadasına kendi dillerinde: Sarakonai, Latince; Saraceni kelimesinden türetilmiş, “çadır” anlamındaki bu kelime üzerinden Araplara da ‘’Skene’’ demişlerdi. Yani ‘’Çadır altında yaşayan insan’’. Arap yarımadası, coğrafik olarak bir hayli büyük, ama buna karşın aynı oranda nüfusu bir o kadarda kalabalık idi.

Yarımada da yağmurun çok az yağması ve bu sebepten suyun az olmasından dolayı büyük bir bölümü çöl olup, tarıma elverişli degildir; buralarda yaşamak bir hayli zor ve zahmetli olup yoksulluk ise o döneme göre diz boyu idi.

Tamda bu yüzden, şehirleşme oranı çok düşük olup, en büyük şehirler birkaç binlik nüfusu ancak barındırmakta idi.

Yaşam şeklini belirleyen aslında topraktır: İnsanların büyük bir bölümü çöl ve vahalarda “Bedevi” (çöl göçebeliği) olarak yaşar; işte bu yaşam tarzı, başına buyruk disipline gelmeyen, meşakkatli bile olsa “özgürce” yaşama imkânı veriyordu insana. Böylesi bir istikrarsız ortam; sanat, mimari, tarımsal üretimsizlik, toplumsal gelişmeye imkân vermiyor ve tam da bu yüzden medeniyet gelişmiyordu. Söz söyleme sanatı ve kuyuculuktan dolayı, öğrenilmesi yaşamsal olan matematik hariç.

Bir söz sanatı olan şiir, Araplarda çokça gelişmiş, geleneksel olarak yapılan panayırlarda sıklıkla bu söz ustası şairler toplanır ve yarışmalar düzenlenirdi. Bu şairler kendi kabilelerini övüp yükseltir, rakip veya düşman kabileyi ise yerin dibine batırırlardı. Çoğu zaman sövgüye kaçan hiciv veya dalkavukluk, palavracılığa kaçan Kaside (övgü) tarzı olanları çok ise sevilirdi.

Bu zor coğrafik alanda, insana en faydalı hayvan, susuzluğa bir hayli dayanıklı olan Deve idi; ismini hatırlayamadığım bir yazar: “her hayvanın bir paraziti vardır, Devenin ki ise Arap’tır”, sözü, yaşanılan hayatın zorluğunu anlatan çok güzel bir ifadedir.

Genelde bu zor şartlarda Araplar, yoksul bir şekilde küçük kabile, Aşiret şeklinde yaşar, birazcık maddi durumu iyi olanlara saldırmak için fırsat kollar ve bu saldırılara ise “gaza” der; sıklıkla bu yüzden, aralarında sanki bitmek tükenmek bilmeyen çatışmalar olurdu ve kan davalar ise, insanın kaderiymiş gibi daimiydi. Gazalarda esir alınanlar köleleştirilir, fakat bu durum nüfusun büyük bölümü Bedevi olduğundan örgütlü bir şekilde sürdürülmesine olanak bırakmıyor ve bu yüzden çoğunlukla bu esirler azat edilirdi.

Ticaret hayatı

Arapların bir kısmı “çöl gemisi olarak tanımlanan Develer” ile, Hindistan’dan Kızıl deniz limanına gelen malları, Mekke üzerinden Şam ve Palmiera merkezli Suriye yani Kuzeydoğu Akdeniz’e ulaştırıp, ticaret yapar, hayatını buradan kazanırdı. Muhammed ve en yakın dava arkadaşı Ebubekir başta olmak üzere, Mekke aristokrasisi genelde tüccar idi.

Evet, Muhammed tüccar olduğundan, Suriye de sıklıkla bulunmuş; o dönemde burası Sasani devleti ile beraber dünyanın doğudaki en gelişmiş yeri idi. Ayrıca Suriye, Doğu Roma’nın hüküm sürdüğü bir bölge idi. İşte İslam peygamberi bu coğrafyayı görmüş ve Arap toplumu ile arasındaki devasa farkı anladığı belli olmaktadır.

Arap toplumu ve coğrafyasını, Muhammed çok iyi tanımak ve bilmekte; kurtuluşu ise ancak bir araya gelip güçlenerek aşılacağını düşünüyordu. Tamda bu sebepten dolayı, Arap aşiretlerini bir din- ideoloji çatısı altında birleştirme amacında idi; çokça “tevhid`e (birlik)” vurgu yapması ise bu noktada anlaşılır bir durumdur. Kendisi dışında da bu paralelde düşünen Araplar vardı, fakat bir türlü bunun nasıl gerçekleşeceğini bilemiyor ve toplumsal birliği başaramıyorlardı. Tamda bu yüzden, bırakalım küçük devletçikleri, çöl haydutlarının soygununa bile uğruyor, üstüne bunu engellemek için ise haraç veriyorlardı. Arap yarımadasındaki küçük devletçikler ise Bizans ve Sasani devletine vergi veriyor ve Arapların bölgesel hükümranlığı ise söz konusu bile değildi.

Yeni bir din-ideoloji ortaya çıkıyor

Muhammed, Mekke’de düşüncelerini çevresine anlatmaya başlayınca çok az bir kesimde karşılığını bulmuş ve bu dönemde asla şiddete başvurmamış, aksine barışçıl bir yöntem-dil kullanarak, insanları ikna etmeye çalışmış, lakin bu yöntem, sert mizaçlı bir toplumda geçerli bir akçe değildi. Siyaset veya yeni bir şey söylemek-yapmak için, güçlü ve kudretli olmak gerekmekte, aksi durumda ise, bunun realitede ciddi bir karşılığı yok idi.

Muhammed, bu verili durumdan nasibini almış, toplumda sevilen, saygın biri olmasına rağmen, başta hamisi olan amcası Ebu Talip olmak üzere, Mekke’nin kudretli şahsiyetleri kendisini ciddiye bile almamıştır.

Muhammed, kendi toplumunu gayet iyi bir şekilde tanımakta, Araplar arası kötü ilişkileri, ki, buna kan davaları dahil olmak üzere, konuşarak çözmeye çalışmış ve bu durum onun diplomat yönünü geliştirmiş, ileride Arap aşiretleri arasında iyi bir arabulucu misyonu edinmiş, bunun üzerinden de saygın bir karakter olmuştur. Ayrıca, Muhammed bu yönü ile, kimi kabileleri de kendi tarafına çekmeyi başarmıştır. Gücünün zirvesinde olduğu dönemlerde bile, taraftarlarının itirazına rağmen, karşıtlarıyla antlaşmalara girmiş, buda onun, o dönem ki Arap toplumundan daha ileri görüşlü, başarılı bir diplomat ve siyasetçi olduğunu göstermektedir.

Hamisi Ebu Talip ölünce, kendisini Mekke’de zor günler karşılamış ve sonunda doğup büyüdüğü şehri terk edip, daha çok Yahudilerin yaşadığı Medine’ye gitmiştir.

İlk zamanlar Mekke’de yaptığı gibi dinini (düşüncelerini) barışçıl bir şekilde etrafa yaymaya çalışmış, hatta Yahudileri etkilemek için kıbleyi bile Kudüs olarak belirlemiş, ritüeller bu yöne dönülerek yapılmış ama bunda başarılı olamamıştır. Yahudiler ona sadece saygın bir Arap kabile-cemaat lideri gibi davranmış, peygamberlik iddiasını ise ciddiye almamıştır.

Muhammed’in Medine’deki cemaati, Arap toplumunun genel karakterini yansıtıyordu, yani aralarında tüccarlar olmakla beraber mesleksiz idiler ve sadece angarya işleri yapabilecek durumdaydılar. Ayrıca toprak verimsiz olduğundan çiftçilik de yapamıyorlar idi.

Evet, Muhammed taraftarlarının durumu pek de iç açıcı değildi ve çok yoksuldular; kimi zaman yarı aç, yarı tok bir şekilde günlerini geçiriyorlardı. Araplarda, devlet kavramı olmadığı gibi, böyle bir bilinçleri de yok idi; Aşiret reisleri, adamlarını istediği hedefe yollayıp, saldırta biliyordu.

Mekke’nin asıl gelir kaynaklarından biri olan ticaretin altını çizmiştim: Kızıldeniz’den alınan mallar, Suriye bölgesine taşınıyordu. O dönem yoksul Araplar için, bu kervanlarda bulunan mallar, büyük bir zenginliği ifade ediyordu. Bunlara saldırı yoluyla zorla sahip olmak, insanların maddi sorunlarını büyük ölçüde çözüyor ve bu süreklilik kazandığında ise, gelecekte zenginleşmenin teminatı oluyordu. İşte zurnanın zırt dediği delik bu idi.

Muhammed, amcası Hamza’nın yanına yedi mümin verip, Kureyş kervanlarını soymakla görevlendirmiş, buradan gelen gelirler ile cemaatini maddi olarak bir parça rahatlatmış, üstüne bu soygunlarda, canlı olarak yakalananlar, fidye karşılığında ailelerine teslim ediliyor ve buda ekstra bir gelir kapısı anlamına gelmekteydi.

Evet, İslam peygamberi Muhammed, hem yoksul olan cemaatini doyurmak, hem de kendisini dinlemeyen ve kötü davranan Mekkeli yöneticilerden intikam almak için, Mekkeli tüccarların kervanlarını taraftarlarına soyduruyordu; 624 yılının Mart ayında, büyük bir kervan Gazze’den Mekke’ye doğru yol almış, kervancı başı ise; Abd Şems (Türkçede Umey oğulları sonra Emevi diye bilinir C.Ö) kabilesinden Abū Sufyān ibn Harb (Ebu Süfyan) idi. Anlatılanlara göre; çok değerli mallar bu kervanda bulunmaktaydı, bu haber Muhammed’e ulaşır ve adamlarını toplayıp bu kervanı soymak için yola çıkar ve kendisine Medine’den ganimetten pay almak isteyenlerde katılır. Muhammed ve adamları, kervanın su ihtiyacı için Bedir kuyusuna gelip mola vereceğini biliyorlardı ve bu yüzden kuyuların yakınına konuşlandılar; bunu haber alan ve o dönem Mekkeliler içinde belki de en zeki insanı olan Ebu Süfyan, Mekkelilere haber salıp “eğer mallarını seviyorlarsa, kervanı korumalarını iletir. Akabinde yolunu susuzluğa rağmen, Kızıldeniz yönüne çevirir ve böylece kervanı sağlam bir şekilde Mekke’ye ulaştırır. Kervanı korumak için gelen Mekkeliler ise; sürekli kervanları için tehlikeli olan Muhammed ve adamlarını yok etmek için, Bedir kuyusunun yakınına gelir ve burada pusuda bekleyen Muhammed’in ordusu ile savaşa tutuşurlar. Sonunda bu savaşı Muhammed kazanır. Bu olay neticesinde, Ebu Süfyan kervan yönünü değiştirdiği için soyulmamış ama günün sonunda Muhammed ve taraftarları, birçok ganimet elde etmiş, üstüne ezeli düşman olan Mekkelileri yenmiştir. Artık Muhammed, bölgede askeri ve siyasi bir güçtür ve bu, düşmanlarınca dikkate alınması gereken yeni bir durum idi.

Kısacası, kervan soymak isteyen Muhammed ve taraftarları, Bedir kuyusunda Mekkeliler ile karşılaşmış, ortaya küçük çaplı bir savaş çıkmış ve bu kuyunun isminden dolayı yapılan bu savaşa, Bedir savaşı denmiştir.

Bu izahatlar; dağınık Bedevilerin bir din-ideoloji çatısı altında birleşerek nasılda güçlendiğini ve ürünsüzlükten dolayı oluşan yoksulluğu aşıp zengin olmak için başka toplumların üretimlerini, askeri şiddet ile ele geçirmekten geçtiğini, görüp anladıklarını anlatmak içindir, ki, bu, İslam’ın yayılmasının en büyük sebebini oluşturmaktadır. Konunun daha iyi anlaşılması için bu noktada bir örnek verelim: Mekke’ye düzenlenen sefer ve bu esnada kimilerine göre Mekkelilerin temsilcisi ya da gönüllü olarak Muhammed’in yanına gidip görüşen, ezeli düşmanı Ebu Süfyan’dır, ki karısı Hint, babasını öldürdüğü için, Muhammed’in amcası Hamza’nın kalbini çıkartan kadındır. Buna rağmen Ebu Süfyan, Muhammed’e biat etmiş; Arapları birleştirdiğini görmüş ve buradan çıkacak gücü, keskin zekâsı ile fark edip Müslüman olmuştur.

Böylece, dağınık Bedevi kabileler, Mekkeli çoğu tüccar olan aristokratlar ile birleşmiş ve çok kısa bir sürede yönetici konumuna gelmiş, üstüne ele geçirilen ganimetten de pay almaktaydı. Görüldüğü gibi, Arapların bir din-ideoloji altında birleşmesi gerçekleşmiş, “su toprak ile buluşmuştur“. Arapların deyimiyle: “Biz Araplar aşağılanıyorduk, kimseyi ezmezken, onlar bizi ayaklarının altında çiğniyordu, sonra Allah bize peygamber yolladı, onun verdiği sözlerden biride, bizim bu toprakları feth edeceğimiz ve onları alt edeceğimiz idi”.

Araplar İslam ideolojisiyle motive olmuş, kısa sürede birçok askeri başarı elde edip, ekonomik olarak da gittikçe zenginleştiler; bu durum “bir kar topu gibi” diğer Arap ve semitik halkları kendisine çekmiş, kısa sürede, dünyanın en güçlü iki imparatorluğu olan doğu Roma ve Sasaniler ile komşu olurlar. Çöllük olan Arabistan’da, iklimsel şartlar kendine uygun bir coğrafya yaratmış, bu duruma ters orantı olarak kalabalık bir Bedevi nüfusu vardı Aslında hâkim olan korkunç yoksulluk idi. Hem kalabalık hem de yoksul bu nüfusu kontrol etmek, üstüne doyurmak imkânsız idi ve bu sorunu çözmek için yeni maddi olanakların yaratılması gerekiyordu; tamda bu yüzden, zengin İran coğrafyası biçilmiş bir kaftan idi. Fütuhat için artık sadece; ” tanrı buyruğu olan cihat ile formüle edilen savaş-ganimet gerekmekteydi.

Cihat ve ganimet İslam’ın ilk dönemlerinde “man afā allahu” diye tanımlanan “Tanrının hediyesi, ayrıcalığı’’ demek idi. Yani, bu hakka sahip (intifa hakkı) olarak İslam terminolojisine geçmiştir.

Suriye’nin ele geçirilmesi ve yayılma

Şam merkezli Suriye ve Filistin, Bizanslıların yönetiminde idi. Bu bölgede yaşayan farklı din ve inanca sahip milletler ve Ortodoks olmayan Hristiyanlar imparatorluktan bezmişlerdi. Bu verili durum bölgenin rahat bir şekilde Arapların ele geçmesinde önemli bir etken olmuştur.

Müslüman Araplar, Suriye’nin ele geçirmesiyle, Doğu Akdeniz’e tamamen hâkim olmuş, böylece ticaret yolunun bu önemli bölgesini sahip olmuş, muazzam bir gelir elde etmiştir.

Ve fütuhat son sürat sürmekteydi….

Kısaca İran`daki manzara-i umumiye.

Arapların güçlenip yayıldığı bu dönemde, doğu Roma ve Sasaniler, yüzyıllardan beri bitmez tükenmek bilmeyen savaş halinde olmaları; bu durum imparatorluktaki değişik milliyet ve dine sahip halkları bezdirmiş, üstüne ortodox hristiyanlık ve zerdüştlüğün dini baskısı, insanları merkezi yönetimden soğutup, nefretini kazanmıştı. Keza bu durum, imparatorluk yönetiminde de kendisini göstermekte gerek Bizans gerekse Sasanilerin sürekli hükümran değişikliğine gitmesine sebebiyet veriyordu. Sasaniler’de Xosrou II (Hüsrev II) 628 ölümünden sonra, birçok hükümran çıkmış, bunlardan ikisi Kraliçe olup 628 – 632 yıllarında kısa sürelerle imparatorluğu yönetmiştir. Yazdgird III 632 yılında 15 yaşında tahta çıkmış, Sasanilerin son Şahin Şahı olmuştur.

Sasanilere karşı girişilen saldırı ve savaşlar

İslam peygamberi Muhammed’in ölümünden hemen sonra, yeni kurulan İslam devleti için, İran coğrafyası en büyük hedeflerden biriydi. Arap fütuhatı için, bir sonraki adım Sasani imparatorluğunun egemenliğindeki topraklardır. Müslüman Araplar, Sawad olarak adlandırdıkları ve Arapça Şatt al-Arab nehrinin denize döküldüğü bölgeden, Sasanilere karşı fetih hareketine başlar. Sawad Arabi; kara toprak manasında olup, ekiciliğe uygunluğundan, ‘’bereketli toprak’’ anlamında kullanılmıştır. Bunun yanında ikinci bir anlamı, “uygar topraklardır’’. Bu isim sinenom olup, güney Mezopotamya da ki eski Babil’in tarım bölgesiydi.

Sasanilerin başkenti olan Ktesipon/Tizpon’a (Arapça al-Madā`in), Halife Abū Bakr ʿAbdallāh ibn Abī Quhāfa as-Siddīq (Türkçe Ebubekir) İslam’ın ünlü komutanı Ḫālid ibn al-Walīd (Türkçe Halid bin Velid) komutasında saldırı planlamış, yapılacak savaşı da yönetebilecek kabiliyette, muktedir olacağını düşünüyordu. Ama yakın danışmanı Umar bin al-Ḫaṭṭāb (Ömer) aynı kanıda değildi, çünkü Halid`in gereksiz yere Mālik bin Nuwaira`yi idam etmesinden dolayı engellemiş ve kendi döneminde “yüksek olan” görevinden azletmiştir. Böylece, Halid ve savaşçılarına Yamāmadan Medine’ye dönme emri verilmiş, plan uygulanmamıştır.

Müslüman Araplar, Sawad bölgesinde ki birçok kasaba ve köye saldırarak ele geçirirler. Bu sefer, Fütuhat hareketine Ḫālid bin Velid komuta etmekte dönem yine Ebubekirin halifeliği zamanıdır.

İlk önce Kazim’a ele geçirilir, Nahr al-Dam muharebesi ile Ullais ele geçirilmiştir. Bu savaştan önce, Ḫālid teslim olmalarını istemiş, Sasaniler ise bu teklifi kabul etmemiştir. Ḫālid ise verilen cevaba bir hayli kızmış, kanlarını nehre akıtacağına dair yemin etmiş, akabinde çokça insan öldürmüş, bu yüzden kimi anlatıcılara göre, nehir üç gün kırmızı akmış, bundan dolayı Nehrin adı Nahr al-Dam; kanlı Nehir adını almıştır.

Arap İslam orduları, çölde küçük gruplar ile mobil bir şekilde hareket edip savaşıyorlardı, Sasani ordusu ise, düzenli ordu şeklinde olup böylesi savaşlara karşı eğitimleri yok idi.

Sasani yönetiminde de tam bir kaos hüküm sürmekte, Marzban ve Satrab`lar ise kendi aralarında çekişme halinde idiler. Tamda bu yüzden, askeri olarak rahatlıkla Müslüman Arapları yenebilecek düzeyde olmalarına rağmen, güneyden gelen Müslüman Arap saldırıları iç hesaplaşmalar sonucu bertaraf edilememiş, aksine birçok üst düzey yönetici, bu durumdan memnunluk dahi duymaktaydı.

Sasanilerin, özellikle Aristokratların oluşturduğu güçlü süvari birlikleri olan Azadanlar vardı, buna rağmen savaşların büyük bir bölümünü kaybetmiş, bu durumda Sasanilerin başarılı olma şansları yoktu, yenilgi ise kaçınılmazdı.

Anbār Dād al-Uyun savaşında Araplar, 1000 Sasani askerinin gözünü mimlemiş ve bu yüzden savaş bu isimle anılmış, Al-Hira`da halka ya Müslüman olmalarını ya da zimmelik sözleşmesine göre ǧizya (Türkçe cizye) vermeleri istenmiştir. Buna göre yıllık iki milyon taqil (zorunlu ödenmesi istenilen maddi şeyler) vermesi gerekiyordu.

Kısa bir süre sonra Halife Ebubekir ölmüş, yerine Ömer ikinci halife olmuş ve fütuhat daha hızlı bir şekilde devam ediyordu. Medine’de, yeni Müslüman olmuş Arap aşiretleri, savaşa katılmak için sabırsızlanıyordu, Ömer ise bunlardan birlikler oluşturup, Basra ve Sasani içlerine dayanmış Müslüman savaşçılara sürekli takviye yapmaktaydı. Böylece Sawad bölgesi tamamen ele geçirilmişti.

Arapların dağ ülkesi dediği Uzaib (al-Jibal) Sawad`ın bittiği yer, yani dağlık alanın başladığı günümüzdeki Hamadan bölgesinden başlayıp, batı İran’a kadar olan bölge olan Kürdistan kast ediyorlardı.

Aş-şa`bi`nin aktardığına göre; Halife Ömer, Sasaniler ile yapılacak barış antlaşmasında, cizye vergisini şart koşmuş ve burada Al-Jibal`i dışarıda tutup, dahil etmemiştir. Dolayısıyla bu bölgenin halkı ile ‘’barış antlaşması’’ yapılmamış, yapılan savaşların taraflarından bu durum rahatlıkla anlaşılmaktadır.

Günümüzdeki Kerbela’nın güney batısında Arapların Maʿrakat al-Qādisīya dedikleri Qādisīya (Türkçe Kadisiye) muharebesi 637 yılında yapılmış ve Sasaniler Darafş-e Kaviyan olarak bu muharebeyi isimlendirmişlerdir. Sebebi ise Bedevi Araplara karşı yapılan bu savaşta, kökenlerine bağlılığı anlatan bu sancak-bayrağı kullanmışlardır. İrani efsanelerde göre; demirci Kava, zalim Dehhak’a karşı savaşa karar verdiğinde, önlüğünü bir mızrağın ucuna bağlamış ve halkı zalim Dehhak’a karşı savaşmaya çağırır, savaş kazanıldıktan sonra halk önlüğü mücevherlerle süsler ve bu sancak-bayrak İran’ın bağımsızlığını ve yabancı yönetime karşı direnişin sembolü haline geldiği anlatılmaktadır.

Sasani ordusuna Tabaristanlı bir Aristokrat ve iyi bir devlet adamı olan General Rostam Farroxzād (Türkçe Rüstem Farukzad), islam ordusuna ise sahabe ve Muhammed’in dayısının oğlu olan Sa`d ibn Vakkas komutanlık etmiştir. İlk üç gün savaşta Sasaniler baskın iken akşama doğru güneyden kum fırtınası gelmeye başlar ve gözleri görmez yapar, bölükler bocalar, Filler ise ürkmeye başlar. Bu arada Suriye’den Araplara 6000 kişilik bir yardımcı kuvvette gelir ve İslam ordusu ise bu fırsatı kullanıp, Sasani ordunun merkezine doğru saldırıya geçer, kimi Sasani askerleri zaafa düşüp kaçmakta başlar, orta yerde cok az bir adamıyla kalan Rostam Farroxzād ise öldürülür ve böylece Sasaniler savaşı kaybeder.

Bu muharebeden sonra Şahinşah Yezdigerd III sarayını terk edip Hulvan`a kaçar, bir kaç gün sonra Arapların al Mada`in (şehirler) dediği başkent Ktesipon düşmüştür. Sa`d ibni Vakkas muhteşem bir şaheser olan saraya gelmiş ve buradaki zenginliği görünce; “insan bütün bunları nasıl terk edip kaçar” diye, kendi kendisine sorduğu tarihi kroniklerde anlatılmaktadır.

Sarayın hazine dairesinde büyük bir hazine ele geçirilmiş, asker başına 120 000 Dirhem düşmüş; 60000 bin askerden oluşan ordu hesaplanırsa, toplamda 72 milyon Dirhem yapar, ki, hazinenin büyüklüğü kanımızca tahayyül edilebilinir.

Eski Şahlara ait çok değerli bazı eşyalar ise askerler arasında paylaştırılmamış, Şah Hüsrev’in hepsi altından olan silahları, zırh, miğfer, dizlik, tabla, Taç, Şah`ın mantosu, som altından ve kıymetli taşlardan yapılma Taht, yine gümüşten yapılma üzeri değerli elmaslar ile kaplı eyer (At oturağı) gümüşten bir deve, büyük bir altından Süvari. Yine Anuşirvan, Behram Çubin gibi Şahların paha biçilmez silahları, inci, elmas, çok değerli sırmalı halılar ve bin bir çeşit değerli eşyalar ele Müslüman Araplarca geçirilmiştir.

Arap yazarlar: Ele geçen halıların çok büyük olduğu ve Arabistan’da o dönemde bunları kullanacak büyüklükte bir odanın olmadığını, halifenin bu halıları nasıl kullanılacağı konusunda ise herhangi bir fikrin aklına gelmediğini, Ali’nin ona bu güzel şeyi ayaklar altında ezdirmemek gerektiğini, parçalara ayırıp, hediye olarak dağıtılmasını ve sonra kendi payına düşen parçayı 20 000 Dirheme sattığını yazmaktadır; böylesi bir zenginliği Bedevi olan Araplar görmemiş, bu muhteşem şeyleri tahayyül dahi etmemişti. Kokulu, kıymetli kumaşlardan yapılma çuvallardan değerli baharatlar çıkmış, savaşçılar bunların nasıl kullanılacağını, ne işe yaradığını dahi bilmiyor, hatta kimi askerler bu baharatları alıp ekmeğin üzerine koyup yemeye çalışmış, hoşlarına gitmemiş ve başka savaşçıların ganimet olarak ele geçirdiği şeyler ile değiştirmeye çalışmışlardır.

İran’a karşı 629 yılından sonra yapılan saldırı ve savaşlarda yüzbinlerce insan öldürülmüş, bir o kadarı köleleştirilmiş, ihtiyaç fazlası köle ise pazarlarda satılmış, ele geçirilen kadınların bir kısmını kendilerine ayırmış, bir kısmını ise yine pazarlarda satmışlardır.

Toprakları kendi aralarında bölüşmüş, insanlara ait her türlü şeyi gasp etmiş ve bu insanların yeni “efendisi” olmuşlardır.

Çok yoksul olan Bedevi Araplar, saldırganlıkla kısa bir zamanda elde ettikleri zenginliği “tanrının hediyesi” olarak anlamış-algılamıştır.

Ve gün be gün, Müslüman Araplar, İran eyaletlerini tek tek düşürüp, ilhak etmeye devam etmiştir.

Şahinşah Yazdgird III, Kadisiye yenilgisinden sonra başkenti terk edip önce Holvan, sonrada Huzistan’daki bir kaleye sığınmış, ailesini ise doğu İran’a yollamıştır. Arapların, İran eyaletlerinde sürekli ilerlemeleri, feodal beyler, asker ve sivil devlet yöneticilerinin bir araya gelememeleri, Araplara gammazlamanın çokça olması, sürekli üzerlerindeki baskıyı arttırıyordu. Şahinşah bu yüzden bulunduğu kaleyi terk edip, günümüzde Tahran’ın bir banliyösü konumuna düşmüş eskiden çok önemli bir yer olan kuzeyde Ray şehrine gitmiş; burada Sasanilerin, sürekli zulüm uyguladığı, müzmin muhalif bir konumda olan kuzeybatı İraniler yaşardı. Buranın ve çevre halkı genellikle Mani ve Mazdek dininden olan topluluklar idi ve bu bölge aynı zamanda Media`nın merkezi idi. Şahinşah, “eski hesaplardan” dolayı gerekli desteği bu bölgeden alamamış, buna rağmen ele geçmiş bütün eyaletlerde Araplara karşı durulması gerektiği emrini vermiş, buna ilk uyan ise Huzistan Eyaleti ve Valisi Hormuzan (Türkçe Hürmüzan) adında yüksek Aristokrasiden, akıllı dayanıklı birisidir. Akabinde Vali Araplara karşı savaşa başlar ama sonunda güç getiremez ve barış yapmak zorunda kalır.

Vali’den başka Persis (Fars) eyaletinin yöneticisi Şahrak, Şah’a yardımcı olacağını söyler ve gizli yeni planlar belirlenir. Plan gereği Vali Hürmüzan, daha sonra İran’in nasıl ele geçirileceğini ve yönetileceğini ince ayrıntısına kadar öğrenmesi için halife Ömer ile konuşturulur, numaradan hayat garantisi ister, Ömer ise ona söz verir ve öldürtmez. Böylece altı ay boyunca gizli hazırlıklar yapılır, ama Pers`in biri ihanet eder, bütün planı Müslüman Araplara anlatır ve plan uygulanamaz. Bir diğer Arap ilhak karşıtı olan Kufa Valisi ise, Araplarca satın alınmış veya ikna edilmiş İranlı kölesi Peroz tarafından katledilir. Bu veya buna benzer politikalar ile Araplar, İranlıların direnç kalelerini ortadan kaldırmıştır.

Şahinşah Yazdgird III ele geçirilmemiş eyaletleri biri birine bağlamaya, bunun yanında da diplomatik ilişkiler üzerinden Çin ile anlaşıp 150000 kişilik yeni bir ordu kurmaya çalışmış fakat bu girişimi herhangi bir karşılığını bulamamıştır.

Nihavend savaşı

Bunun üzerine Şahinşah önceki savaşlarda hayatta kalmış askerler ve gönüllülerden General Perozan komutasında yeni bir ordu kurar, Media bölgesinde Behistan ve Burugird arasında Nihavand’de (Türkçe Nihavend) toplanır ve hasımları olan Müslüman Arapları bekler.

Arapların Basra ve Küfeden getirdikleri orduya An No`man komuta etmekteydi. Ayrıca, Araplar bir diğer orduyu da Şah`ın ordusuna gelecek olan yardımın önünü kesmeye İsfahan’a yollamışlardı.

Nihavent’te son kozlar paylaşılmış, sıkı bir bağ içinde bulunmayan Sasaniler bir kez daha savaşı kaybetmiştir. Bu savaşın tarihi tam olarak net olmamakla beraber, Al-Burini 24 Ocak 642 tarihini verir.

Bir kez daha Müslüman Araplara yenilen Şah Yazdgird III, hala Arap İslam orduları tarafından ele geçirilmemiş, yüksek dağların olduğu Taberistan’a, bu bölgenin Şah’ı tarafından davet edilmediği halde oraya gitmiş, ki,bu bölge, konumundan dolayı çok çok sonra ancak Araplarca ele geçirilmiştir. Şahinşah burada kalıp güvenliğini sağlama almaya çalışmış, daha sonraları doğu İran bölgesindeki Horosan’ın Marv (Türkçe Merv) şehrine gitmiştir Amacı oradan iç Asya’daki göçebelerden asker devşirerek, tekrardan Araplara karşı savaşmaktır. Marv Valisi Mahoe Surik üzerinden bu göçebeler ile ilişki kurmaya çalışmış, lakin Arapların öldürmek için peşine taktığı insanlardan ve ihanetçilerden korunmak için Marv`da Razig çayı üzerindeki bir değirmene gitmiş ve orada dinlenmeye çekilmiş, kendisine ihanet eden Sogd kökenli bir Tarxan (Türkçe Tarkan) güvenliğini bilerek savsaklamış, kimi tarihçilere göre Arapların ajanı olan, Taberi’ye göre ise pahalı elbiseleri için değirmenci tarafından uykuda iken öldürülmüştür ve tarih Kasım 651`dir. Böylece son Şahinşah’ın öldürülmesi ile 429 yıllık Sasani dinastisi tarihe karışmıştır.

Şah Yazdgird III başkent Ktesipon düşmeden önce bütün ailesini kuzey dogu İran’a yollamış, böylece güvenliklerini almış, ayrıca oğlu Peroz`u ise Toxoristana yollamış, oda Çin imparatoru Kao-cung`dan Araplara karşı savaşmak için yardım istemiş, lakin karşılık olarak sadece Çin vasalı bir Pers Şahlığı önerilmiş, askeri olarak ise Çinlilerden pekte ciddi bir destek görmemiş, aldığı küçük yardım ile Horasan Arap Valisi Hakam ibn Amer yenip tekrar Toxoristana geri dönmüştür. Daha sonra Hakam`ın yerine geçen Rabi İbn Ziyad 673 yılında tekrar Horasanı ele geçirmiş, Peroz ise Çine gitmiş, orada bir Ateşgah inşa ettirip 678 yılında ise ölmüştür.

Bir efsane Şehribanu

Burada parantez açıp, bir şehir efsanesine değinelim; 3. imam Hüseyin`in martir/azize olmuş (yapılmış diye okuyun C.Ö) karısı Şahr-i Banu, ki, aslında çok bahtsız, bedbaht ve trajik bir hayat sürmüş, daha çocukken Hüseyin’in payına ganimet olarak düşmüş, genç olarak daha 20’li yaşların başında ölmüştür. Bu talihsiz genç kadının Yazdgird`in kızı olduğu, “mitolojik” bir şekilde, sıklıkla acem abartıları eşliğinde anlatıla gelmiştir; ama bu temelsiz efsane, tarihi kronikler, özellikle Çin kaynakları incelendiğinde kesinlikle doğru olmadığı ortaya çıkmaktadır. O dönemde Şah`ın kızlarından hiç bir prenses Arapların eline geçmemiş, yada bunu teyit edecek en ufak bir belge-bulgu yoktur; çok sonraları 712 yılında oğlu Peroz`un kızı yada torunu Şah-afrid, Arap İslam ordusu komutanı Kutaiba tarafından Sogdia`da esir alınmış ve ardında o sırada Emevi halifesi olan Walid I. sarayına sunulmuş ve sonradan halife olacak olan Yazid III`yi doğurmuştur. Başkaca da Şah`ın ailesinden kimse Araplarca esir alınmış değildir. Fakat diğer iran eyaletlerdeki kimi Şahların kızları esir alınmıştır, ki, muhtemelen Şahr-i Banu da, bu prenseslerden biri olmalıdır.

Dolayısıyla, 3. İmam Hüseyin ve Şahr-i Banu’nun oğlu olan 4. İmam Zeynel Abidin, son Sasani Şahinşahı Yezdigerd’in torunu değildir. İraniler çok sonraları, İslam peygamberi Muhammed ile Sasani Şah’ının soyunu yani Hüseyin ve Şahr-i Banu üzerinden birleştirip böylece meşru hak iddiasında bulunup tekrardan iktidara oynama siyaseti gütmüşlerdir.    Şu halde; ”Yezdigird soyu ile Emeviler akraba olmuştur” Ali soylu Haşimiler değil!

Fütuhat son gaz devam ediyor

Arap İslam ordular birkaç on yıl içinde İran coğrafyasında tek mutlak egemenlik kuramadığı bölge güney Hazar bölgesidir. Tarihi ismiyle Dailem>Deylem>Gilan, Taberistan-Māzandarān ve Gurgan`dır (günümüzdeki Gülistan). Ayrıca İraniler Horasan, Kabil, Transaksonya da Müslüman Arap işgaline direnmiştir.

Deylem, Taberistan ve Gurgan bölgesi Ahamenidler döneminden beri bağımsız idi. Coğrafik yapısının dağlık ve ormanlık olmasından dolayı doğal bir kale işlevi görmüştür. Bu bölgenin halkı özgürlüğünden ödün vermek istemiyordu. Bu nedenden, Müslüman Araplar 648-9 ve 650 yıllarında burada askeri olarak pek başarı kazanamamıştır. Emevi Halifesi Süleyman 716 yılında Taberistan ve Gurgan`a, Mansur döneminde 758,759 ve 761 yıllarında Deylem ve Taberistan`a saldırmışlardır. İslam Terminolojisinde buna ‘’Yazat’’ (‘’aralıksız dinsizlere karşı savaş’’ manası yüklenmiş. C.Ö) denmiştir. Yazat, Zerdüştlükte saygı gösterilmesi gereken kutsal varlıkların genel adıdır. Bunun böyle tanımlanmasının amacı; İslam’a karşı direnenleri Arap yöneticilere karşı boyun eğdirmek idi.

Deylemlilerin kontrolünde 796-801 yılları arasında İslam’a baş kaldırdılar. İran coğrafyası, Müslüman Araplarca hep bir ganimet olarak görülmüş, talan ve pay edilmiştir. Kendisini koruyamayanlar, bir avuç fetihçi Arap tarafından soyup soğana çevrilmiştir. Kadın ve çocuklar esir pazarlarında satılmış veya Cariye olarak Harem`e alınmıştır. İranileri kıvamında olan hazine gibi görmüş, eski ışık dinini bırakıp İslam dinine girmeleri için zorlamış, yetenekli ve kendi ülkesini yönetebilecek olanlar potansiyel muhalif olarak görülmüş, dini hiddet ile takip edilip baskılanmış veya katledilmişlerdir….

Kaynakça

·     Otakar Klima, Ruhm und Untergang des alten Iran

·     Claude Cahen, Der islam I, Vom Ursprung bis zu den Anfängen des Osmanen reiches

·     Josef wiesehöfer, Das Antike persien

·     Paul Horn, Geschichte irans in islamischer zeit

·      Ferdinand Justi, Geschichte irans

·      Die Eroberung iran durch die Müslime in der islamischen oberlieferung nach Tabaris Tarh ar-Resul wal-Mulük

·      Ībnü’l Esir (Tr. çev. Abdülkerim Özaydın) (1987) El-Kamil Fi’t-Tarih Tercümesi

·     Monika Gronke, Geschichte Irans, Von der Islamisierung bis zur Gegenwart.

·      Franz Taeschner, Geschichte der arabischen Welt.

·      Maxsime Rodinson, Muhammed

·      Burchard Brentjes, Die Iranische Welt Vor Mohammed

İran coğrafyasının Arap Müslümanlarca işgali
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir