Delil Karakoçan
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Toplumsal Yaşam
  4. Yaşam, yaşamak ve özgürlük bilinci!

Yaşam, yaşamak ve özgürlük bilinci!

featured

Yaşamı ve yaşamayı seviyoruz, ancak o kadar bariyerler var ki! “Yaşamı sevmek”le “yaşamayı sevmek” yakın çağrışımlar yaratsa da aynı şeyler değildir. Biri tekil öteki çoğuldur. Yaşamı sevmek tüm bir tabiatla ilgilidir. İnsanın doğa ve toplumla yaratıcı özgür ilişkisini ve uyumunu kapsar. Yaşamayı sevmek ise arzu ve isteklerimizin yarattığı özel alana (tekil olana) işaret eder.  Ancak “yaşamak” kadar “yaşam”ın kendisi de tutsaktır.  Bu tutsaklık birey ve toplum nezdinde yaşamı gözden düşürür, algısal bakımdan “zor ve çekilmez olan”la özdeşleştirir.

Yaşam (hayat), zorunluluklardan oluşur. Özgürlükte zorunluluğun bilincidir. Özgür birey bu bilincin ürünü olarak ortaya çıkar. “Yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz” bu bilincin toplumsal alana, oradan tüm bir hayata taşırılmasından başka bir şey değildir. 

Yaşamı seviyoruz. Dağları ovaları nehirleri denizleri, medceziri, yıldızları ayı ve güneşi seviyoruz. Kar’ı çamuru yağmuru tipiyi fırtınayı, toprağı, ağacı, tekmil hayvanları, börtü böceği, çiçeği, ucsuz bucaksız otlakları, bozkırları, vahayı seviyoruz. Yerküreyi, yerkürede yaşayan halkları, dilleri, dinleri, kültürleri, inançları    seviyoruz. Yaşamı seviyoruz, üreterek güzelleştirmeyi, estetize etmeyi, özgür kılmayı…

Sevmediğimiz tek şey, yok saymak, ezmek, hakir görmek, aşağılamak, dışlamak yasaklamak…  Sevmediğimiz tek şey ötekileştirmek, ötekine kin ve nefret duymak!

Yaşamayı seviyoruz!

Evet ama bu yaşamı sevdikçe, güzel şeyler kattıkça, yerküreyi daha yaşanır hale getirdikçe anlam kazanır ve bir diğeri için karşılığı olur. Hayat içinde doğru tutum almayanların bir diğerinde (ötekinde) karşılığı olmaz. Aksine öteki’nde boğulur, öteki’nde yitip gider. “Yaşamı uğruna ölecek kadar” sevenler ise, ürettiğiyle ötekindeki yaşam kaygısını, yaşam korkusunu azaltır; kendini ötekine katar, ötekinde karşılık bulur, çoğalır. Bu çoğalmaya ise duygular, düşünceler, doğru davranışlar ve edimler eşlik eder. Bundan da özgür ilişkiler doğar.

Yaşamı seviyoruz!

Yaşam, evren-doğa ençok yaşam için düşünenlere, üretenlere, acı çekenlere, yokluklara gögüs gerenlere yakışır, en çok onlarla örtüşür. Tanrısal bir örtüşmedir bu… Ancak yaşamayı sevmek, kolektif sorumlulukları dışlar tarzda “kendini sevmek” değildir. Kendini sevmek, özgür yaşam yolculuğunda kendini aramak, kendini bulmak, kendi olmaktır. Bu yolculukta kendini bulanlar sevilir ve sever; bireysellikten toplumsallığa yol alır ve ötekinin içinde yer tutarak toplumsallaşır.

Toplumsallaşmanın karşıtı yabancılaşmadır.

Yaşam ve evren aslında en çok “yaşamı uğrunda ölecek kadar sevenlere” yakışıyor. Ancak bariyerler öylesine çok ve güçlü ki…

Yaşamı gerçek anlamda sevenler yaşamın dışına itiliyor. Yaşamla olan yaratıcı bağları engelleniyor. Ve evren-yaşamın doğası bozularak kirletilerek, çirkinleştirilerek, zorlaştırılarak, bedeli ağırlaştırılarak bireyin yaşamla olan bağı köreltiliyor. Dahası bireyin yaşama sevincini, yaşama arzusunu, yeni yaşam arayışını yok ediyor. “Böyle bir hayat, böyle bir toplum ve dünya için bir şey yapmaya değmez” fikrini bilinç altına iterek, her birimizi sorunlara ve güçlüklere teslim olan, ona biat eden avarelere dönüştürüyor.

Böylece “yarın”dan kopan, gelecek umutlarını yitiren bir toplumun ve toplum içinde her birimizin kendimizden ve yanı başımızdakinden nefret edişimiz, kaçışımız, ilgisizliğimiz, sorumsuzluğumuz, duygusuzluğumuz kaçınılmaz oluyor.

Yaşam bizim yarattığımız, düş dünyamıza aldığımız yaşam değildir, yaşadıklarımız da öyle. Biz kendimizi değil, başkalarını ve başka hayatları yaşıyor ve “seviyoruz”.

Bu bir duygu yönetimidir.

Her birimiz, aslında bize ait olmayan bu duygu ve davranışların tutsağıyız.

Bu tutsaklıktan kurtuldukça gerçek anlamda yaşar; yaşamı ve yaşamayı gerçek anlamda sevebiliriz.

Yaşam, yaşamak ve özgürlük bilinci!
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir