Joel Kovel harika bir pencere açarak içimizdeki ilgisizliği, zihinsel ve düşünsel tembelliği uyarıyor:
“Dünyada kendilerine özgü gereksinimleri ve bütünlükleri, yani hakları olan varlıklar vardır.” diyerek şöyle devam ediyor, “Eğer bir kadının bedenine olacakları belirleme hakkı yoksa tecavüzden bahsetmek anlamsız olur; eğer çocukların büyümek için koşulsuz bir sevgiye gereksinin duyduklarını düşünmüyorsak, şiddete maruz kalan çocuklara bir anlam veremeyiz; bir ormanın belli ph düzeyindeki bir yağmura gereksinim duyduğunu düşünmüyorsak, asit yağmuru anlamını yitirir; eğer halkların vatan ve politik haklara sahip olmaları gerektiğini düşünmüyorsak, Filistinlilerin topraklarının şiddete dayanarak gasp edilmesini kavrayamayız; insanların varlıklarını yabancılaşılmamış bir işle ifade etme gereksinimleri olduğunu düşünmüyorsak, kapitalizmin eleştirisini yapamayız.”
Doğrudur.
Çünkü tüm bunlar sorunsal ve eleştirel düşünen bilinçli bireyler gerektirir.
Bilinçli düşünmediğmiz, düşünerek kendi içimizde “var” etmediğimiz, sorunsallaştırıp güncele taşımadığımız bir konu ya da konular hakkında nasıl fikir yürütebilir, nasıl tutum sahibi olabiliriz ki? Tabii farazi saplantılarımız, ukela tavırlarımız yoksa! Varsa, formel mantığın, temelsiz idealist önermelerin esiri olur, alıklaştırıcı fikirlere kulak kabartır dururuz. Bu durumda da miskin ruhumuzun oturduğu meskun mahaldeki tek ses şu olur: “Rahat olmak istiyorsanız düşünmeyin! Sizi rahatsız eden sorunlardan kurtulmak istiyorsanız ‘yok’ sayın, sorunlarla duygusal, ahlaki bağ kurmayın ve aidiyet oluşturmaktan katiyen ve külliyen kaçının!”
Aslında elenmiş, sorunsal düşünmekten düşmüş, eleştirel bakmaktan ürkmüş bireyler açısından durum biraz da böyledir. Hatta bir kolektif tutum olarak karşımıza çıkar ve korkunç baskılayarak düşünce sistematiğimizi bozar. Zaman içinde bizleri hiççiliğe sürükler. Eğer somut bir sorunu, olguyu, bir hakikati, varlığı düşünmezsen o “yok”tur! Acısını, çelişkisini, sorunsallığını yaşamazsın, varlığını hissetmezsin!
Elbette bu algı, kendi içinde subjektivizmi, saptırmayı taşır. Aktif erk tarafından dayatılan dahası bir çok toplumda mutlaklaştırılan bu önerme, dün ve hergün sorunlardan kaçışın etkili yolu olarak karşımıza çıkar…
Erk’in alt yapısını hazırladığı, “Sorun var diye inanmayacaksın. Yok diye inanacaksın. Sorun var diye inanırsan sorun olur. Sorun yok dersen, sorun ortadan kalkar. Biz böyle bir sorun yok diyoruz.” gibi demagojik tekerlemeler “toplum-siyaset-siyasetçi” bağlamının ana argümanı haline gelir.
K.Aras’ın makalesinde belirttiği gibi “Dogmatik düşünce sistemleri ya da varlığın içsel farkını örten tüm düşünceler, varlığın derinden gelen ve yüzeye yansıyan sorunsal uğultusuna karşı bir cevap duvarı örerek, her şeyin Aynılaştığı ve Farklılıkların rahatsız edici olduğu yapay bir dünya düşüncesi inşa etmiş” olur.
Yaratılan ya da yaratılacak olan dünya da siyah- beyazdan ibarettir. Farlklılıklara yer vermez, bu dünyada insanlar dost ve düşman olarak ayrıştırılır; Şey’ler zararlı ve faydalı olarak sınıflandırılır. “Faydalı” olan sahiplenilirken “zararlı olan” yok sayılır ve bu yoksama erk’in kurduğu cümlede olduğu gibi söylem ve dayatmalarla toplumsal “kabul”e dönüştürülmeye çalışılır.
Bu bir saptırma, yoksayma biçimidir ve ne yazıkki günümüz dünyasına hakimdir. Bu hakimiyet örgüsünün temel taşlarını oluşturan ise, varlıkların kendilerine özgü gereksinimleri ve hakları olduğu bilincinden yoksun birey ve toplumdur. Birey, düşünce sistematiğini kadın sorunu, çocukların sevgi, ormanların yağmur gereksinimi, halkların hakları önceliğine oturtmadığından; bağlı olarak düşme eyleminden kaçtığından, bir tür aidiyet oluşturmadığından bu sonuç kaçınılmaz olur.
Farklılıklar rahatsız eder, “yapay dünya” rahatlatır çünkü!!
Durum bununla da sınırlı değil. Düşünce yerine yerine düşüncesizliği koyan ve bunu davranış biçimi olarak topluma dayatanlar; giderek tüm insani, ahlaki, politik ve kültürel uyarıları aynı usatlıkla birey ve toplumun doğal refleksinin dışına itiyor… Ve insan tarihte kurduğu en etkin en geniş birliktelikten-enternasyonalden geriye doğru savruluşlar yaşıyor. Birliği, dayanışmayı, yardımlaşmayı, haklara ve halklara saygılı olmayı, insan hakları evrensel bildirgesinde belirlenmiş hak ve özgürlükleri savunmayı, çocukları, doğayı, canlı türlerini korumayı “suç sayan”, “düşmanlıkla” özdeşleştiren istibdatın taziyiki altında bulunuyor…

Ve bu algısal taziyik, düşünce alanını daraltıyor. Bu daralmayla ilgi, evrensel olandan yerel olana, yerel olandan bireysel olana doğru bir eğim oluşturyor. Düşünme yetisi ve ilgi toplumsal alandan bireysel alana doğru küçüldükçe, aynı oranda haklar ve halkların oturduğu yaşam alanları da daralıp küçülüyor. Bu küçülme bireyin kendisini de küçülterek, büzüyor sorunsal alanın dışına atıyor.
***
Oysa hakikat şudur. Sorunlar düşünceyle değil, varlıkla ilgididir. Düşünceyi yaratan ona biçim veren varlık yani maddi koşullardır. Bir düşünceyi bir tututmu tetikleyen soyut önermeler değil maddi varlıklar ve bu varlıkların sorunlu süreçleri/halleridir. Bu bağlamda “Sorun var diye inanmayacaksın. Yok diye inanacaksın. Sorun var diye inanırsan sorun olur. Sorun yok dersen, sorun ortadan kalkar. Biz böyle bir sorun yok diyoruz.” gibi önermeler formeldir bilimsellikten uzak ve hatalıdır; sorunları ortadan kaldırmaya, gidermeye muktedir değildir, olamaz da.

Bu ülkede Kürt sorunu, etnik kimlikler ve inançlar sorunu, düşünce ve ifade sorunu, ötekileştirilenler sorunu, çevre ve sağlık sorunu, eğitim sorunu, kentleşme sornunu, kadın sorunu diğer tüm sorunlarla birlikte vardır ve bu sorunların varlığı somut gözle görülür olgulara dayanır, düşüncelere değil.
Sorunlar da “’yok’ diye inanacaksın”la değil, “’var’ diye inanacaksın” la başlamakla aşılabilir, aşılması için doğru başlangıçlar yapılabilir.