Kıskançlık tanrıdan doğar, ancak ‘nefret’ le yoculuk yapar. O, hep yalnızdır. (2)
Sağlıklı toplum ve ilişkiler ortamında kimse kimseye ait değildir. Özgür ilişkiler sahiplenme refleksi içermez.
Kendi yaşamlarını ötekine katanlar, toplumsal hayat ve hayatın sorunlarıyla ilişkilendirenler duygusal ve ruhsal anlamda olgunlaşır, büyür. Bu olgunlaşma önce öteki bireye (ya da partnere) oradan topluma ve tüm insanlığa doğru genişlemesini sağlar. Öznel yıkıcı duygulardan kurtulmuş sağlıklı bireylerde bu zeminde oluşur.
“Kıskançlık ruhun hastalığıdır” (Dryden) Ruhun, tutkunun, bilincin ve bedenin hastalığı… Ve ego kıskançlığı kamçılar, onu asla kazanılmayacak savaşlara sürükler. Ego da kıskançlık gibi soğuk ve acımasızdır. Zayıf kişiliklerde baskın bir özellik olarak açığa çıkar. Düşünsel, sosyal ve duygusal yetmezliklerden beslenerek, diğerine karşı saldırgan bir kimliğe bürünür. Özellikle eziklenme korkusu bu korkularını bastırmak için toplumsal ekranda kendi görüntülerini büyüterek, diğer her şeyi küçültür ve değersiz kılar. Bu zeminde egoist, aşkı özlemi güzelliği ötekine taşımaz aksine köreltir ve sevgi ikliminim dışına iter. Böylece kıskanç bireyde zayıflayan toplumsal kimlik ve aidiyet duygusu, yerini hızla ve trajik biçimde egoya, “aşk insanı”nın sefaletine bırakır.
Aşk zenginlik, ego sefilliktir!
Yıkık/ yitik insanın hikayesidir bu!
Yıkık insan, enkaz insan, düşlerini yenik hayatlara gömmüş insan büyük düşünmez, büyük sevmez, irade koymaz inisiyatif almaz. Hayata ve olaylara hep mikro bakar, mikro düşünür. Gerçek hayattan gerçek ilişkilerden hep kaçar, kendini kıskançlık ve paralanmalarla dolu dünyalara bırakır; esiri yapar.
Sağlıklı bir toplum ve ilişkiler ortamında kimse kimseye ait değildir. Özgür ilişkiler sahiplenme refleksi içermez. “Söz”e dayalı değil, “öz”e dayalı bir çizgide ilerlerler, karşılıklı çoğalarak büyürler. Güven duygusunu yaratan da sözler, söz verişler, kabullenmeler değil; her bireyin kim olduğu ve nerede durduğudur. İnsana, insanlığa, bilime bilgiye, doğaya kucak açan aidiyet ve onun akıcı serüveni kişiyi çeker, güven duygusunu perçinler.
Seven değil, “sahip olmak” isteyen kıskanır. Seven kapsayıcıdır, kıskanmaz. O sevgiyle ilerler ve yaşar. Kolları kucaklamaya hazır ve açıktır. Kolu, yüreği beyni, algısı açık yaşar. Hep ileriye bakar, ileri yaşar, kendini ve ötekini katarak büyütür. Başkalarının başarısı, güzelliğini varlığını kıskanmaz. İhtiyaç duyduklarını kendi emeğiyle yaratır ve yaratılan her güzel şeyden sadece mutluluk duyar. Hep kapsayıcıdır. Düşsel değil sorunsal düşünür ve algılar. Bu nedenle durmaz ve donmaz hep akar hep sıcaktır. Sevdikçe çoğalır büyür, kapsar.
Sevgidir bu, sevgiden kaynaklanır, sahip olma dürtüsünden değil… Sevgi nitelik, kıskançlık vasattır. “Sahip olmak” isteyen kıskançtır çünkü ve kıskançlık tıpkı kapitalist gibidir, hep almak, koparmak, dermek, biçmek ister. Mülkiyetçidir; mülk yaratır sürekli mülk istifler. Kıskanç, sevgiyle barışık değildir. Ölesiye sever görünür ancak özünde sevgiyi, sevi’yi küçümser, kıskançlığıyla aşağılar. Sevgi dişil, kıskançlık erildir. Sevgi büyütürken kıskançlık küçültür. Sevgi kozmos, kıskançlık kozmiktir.
Bu bağlamda Cüceloğlu, “Kıskanmak bir ölçüt değil, seven insan kıskanır yorumu doğru değil. Seven değil sahip olmak isteyen kıskanır. Sevmek… Sahip olmak… Çok farklı şeyler.” derken haklıdır.
İkinci önemli husus “ilgi”lerle ilgilidir. Günlük yaşamda boğulanlar düş dünyalarını genişletemezler, yerkürede olup bitene ilgisiz kalanlar koca kozmosu kozmiğe çevirirler; bir köye, mahalleye hatta sokağa dönüştürürler. İlgileri daraldıkça dünyaları da daralır. Daraldıkça körleşme, sıradanlaşma, başka duygulara (kıskançlık gibi) ve durumlara kayma kaçınılmaz olur. Daralan dünya bakış açılarını, yaklaşımlarını, ilgilerini dehşet düzeyde subjektive eder, daraltıp küçültür. Kozalağa dönüşür. Kozalaktan ise her zambak kelebek çıkmaz! Böylece kıskanç birey, ağaçtan ormanı görmez hale gelir. Pireyi deve yapar, pire için yorgan yakan olur.
İlgi toplumsal olandan bireysel olana kaydıkça aidiyet de kaybolur. Kıskançlık dedikodu çekiştirme küçülen insanın dünyası olur. Bu dünyayı sever ve kalır! Kendisi ve istekleriyle baş başadır. Ve burada her şey “tavşan-avcı” ilişkisine odaklanmıştır.
Kendi kendine yeten kendini tamamlayan bu uğraş içinde olan insanlar kıskanmaz. Kıskançlık bu anlamda kendi olamama kendini yaratamama ile de ilgili bir husustur.
Kıskançlığın aşılabilir olup olmadığı konusunda ise farklı görüş ve eğilimler vardır. Ağırlıklı görüş; kendine yeter/yetkin/yetkinleşmiş birey(lerin) bu baskın duyguyu, (kıskançlığı) aşabileceği yönündedir. Ve burada “insan iyiden iyiye aşıksa nedensiz kıskanır” diyen La Rochefoucauld boşa düşer! Gerçek aşk, kıskançlığı kaldırmaz kabullenmez. İtaat ve biat aşk şerbetinde yoktur. Aşkın, sevginin sevilmenin zehri/ağusudur. Zira sağlıklı özgür toplum- özgür ilişkiler ortamında kimse kimseye ait değildir. Bir diğerinin mülkü değildir. Biri diğerini bağlar ancak bu bağ kıskançlık değildir, aidiyet duygusunun yarattığı sorumluluktur. Kıskançlıktan ırak sevgidir. Açık kolların çekiciliğidir.
“Bir kuş, sıkılarak ne kadar avuçta tutulabilir ki…
Uçmak onun doğasındandır.
Hiç kimse bir diğeri için doğmadığı gibi,
Hiç kimse bir diğerinin alınyazısı da değildir.”
Evet değildir. Ancak, kıskançlık, tüm tanrılardan ve tanrısal isteklerden çok daha güçlü duygu; avucunda tuttuğu kuşu sıkarak öldürür. Uçma yetisini köreltir, kölesi yapar.
Sonsöz Nietzsche’ den: “(Lakin) Kıskançlık ateşinin ortasında kalan, sonunda kendine yöneltir zehirli iğnesini, tıpkı bir akrep gibi…”