Prof. Dr. Şükrü Aslan
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Siyaset
  4. Yarım Yüzyılda Üniversiteler ve YÖK

Yarım Yüzyılda Üniversiteler ve YÖK

featured
Yarım Yüzyılda Üniversiteler ve YÖK

12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, ülkenin gerilim merkezlerinden biri üniversitelerdi. 1982’de kurulan Yükseköğretim Kurulu (YÖK), ilk günden itibaren akademik özgürlükleri tehdit eden bir yapı olarak görüldü. Çünkü üniversitelerde özgürlüğün zedelenmesi, bütün ülkede demokratik geleneklerin zedelenmesi anlamına geliyordu. Üniversiteler, yukarıdan müdahaleye açık kurumlar olmamalıydı.

Darbenin Gölgesinde Üniversiteler

Darbe sonrası baskı ortamı, bu endişeyi derinleştirdi. Henüz darbenin ilk haftasında, Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü, kampüste darbe karşıtı bildiri dağıtanların ortaya çıkmaması halinde “tüm öğrencileri suçlu” ilan edeceğini duyurmuştu. Böyle bir atmosferde, bütün üniversiteleri tek bir üst kurul aracılığıyla denetlemek, yeni müdahalelere “yasal zemin” yaratmak demekti. Bu nedenle, YÖK’ün kuruluş tarihi olan 6 Kasım, yıllarca “akademik ve bilimsel özgürlük” talebinin simgesi haline geldi.

Huzur Vaadiyle Denetim

Dönemin yöneticileri “huzur ve sükun” vaat ederken, sert ve keyfi uygulamalarıyla üniversiteleri dönüştürdüler. Üniversiteler, adım adım özgür düşüncenin değil, itaate dayalı bürokratik hiyerarşinin merkezlerine dönüştü. Bu dönüşümün en çarpıcı örneği, vakıf üniversitelerinin patlaması oldu. “Her şeyi devletten beklemeyelim” söylemiyle meşrulaştırılan bu süreçte, adeta ilkokul açar gibi özel üniversiteler kuruldu. Tuhaf biçimde, devlet üniversiteleri bu vakıf kurumlarının “hamisi” ilan edildi; böylece üniversiteler arasında yeni bir hiyerarşi yaratıldı. Bugün vakıf üniversitelerinin sayısı, devlet üniversitelerini çoktan geçti.

Seçimden Atamaya

Bir diğer kırılma, rektör seçimlerinin kaldırılmasıydı. Önce öğretim üyelerinin iradesini yansıtan seçim uygulaması iptal edildi, ardından “münasip görülen” isimler doğrudan atanmaya başlandı. İronik biçimde bu atamaları yapan siyasal iktidarlar, her dönemde “milli irade” kavramını referans gösterdiler. Ancak “milli irade” ile iş başına gelenler, üniversitelerdeki iradeyi ortadan kaldırmayı kendilerine hak gördüler. Sonuçta, demokrasiyi anlatmakla yükümlü kurumlarda “garip bir demokrasi türü” doğdu.

Dışarıdan Rektörler, İçeriden Sessizlik

Zamanla müdahaleler uçlara kaydı. Artık herhangi bir öğretim üyesi, bağlı olmadığı bir üniversiteye rektör olarak atanabiliyordu. Yeni rektörler, dışarıdan getirdikleri kadrolarla kendi küçük iktidar alanlarını kurdular. Üniversitelerin tarihsel gelenekleri ve akademik kimlikleri yok sayıldı. Boğaziçi Üniversitesi örneği, bu gidişin yalnızca sembolüydü. Artık sadece akademik özgürlüğe değil, kampüslerdeki yaşamın her alanına — kütüphanelerden yemek salonlarına kadar — müdahale edilir hale gelindi.

Özgürlükten Kayyıma

Akademik özgürlüklerin daralmasıyla birlikte, itiraz eden sesler birer birer susturuldu. Muhalif görüşleriyle öne çıkan akademisyenler yargılandı, dışlandı, görevden alındı. Bu baskı hali öyle sıradanlaştı ki, artık kimse şaşırmıyor. 1980’lerde YÖK’e karşı “özgürlük” adına yükselen seslerin yerinde bugün derin bir sessizlik var.

Üstelik bazı üniversiteler, “kara para” ve “yolsuzluk” iddialarıyla anılan yöneticileri yüzünden kayyım yönetimine devredildi. Kimsenin aklına gelmeyen bu tablo, ne yazık ki gerçeğe dönüştü.

Ve ironik bir biçimde, bugün YÖK’e karşı mücadele edilmesi bile anlamını yitirmiş durumda. Çünkü YÖK artık eski otoritesinden bile yoksun, etkisiz, edilgen bir teknik kuruma dönüştü. Üniversiteler özgürlüğünü kaybetti, YÖK işlevini. Geriye, yarım yüzyıllık bir demokrasi kaybının acı hatırası kaldı.

Yarım Yüzyılda Üniversiteler ve YÖK
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

  1. 7 Kasım 2025, 15:54

    Sayın Prof. Dr. Şükrü Aslan yazınız, YÖK’ün ve üniversitelerin yarım yüzyıllık hikâyesini hem tarihsel hem duygusal olarak çok isabetli yakalıyor. Teşhis güçlü, zaman çizgisi net, atmosfer doğru kurulmuş. Tam da bu yüzden, okurken insanın aklına şu soru geliyor:

    Peki, bu kadar iyi bildiğimiz bu hikâyeden sonra ne yapacağız?

    Bugün YÖK’ün zayıflamış, üniversitelerin ise özgürlüğünü kaybetmiş olması, aslında bizi garip bir eşikte bırakıyor: Ne eski “merkezi vesayet” modeli çalışıyor, ne de yeni bir özgürlük ve özerklik modeli kurulabilmiş durumda. Yazınız bu boşluğu çok iyi gösteriyor; ama bence tartışmaya bir eksen daha eklemek gerekiyor: “YÖK’ün ötesinde ne mümkün?”

    Sorun sadece YÖK değil, üniversitenin iç refleksleri de

    1980 sonrası kurulan yapının üniversiteleri yukarıdan baskı altına aldığı doğru. Ama bugün geldiğimiz noktada, sadece Ankara’ya bakmak da fotoğrafı eksik bırakıyor.

    Rektör atama biçimi kadar,

    Senatoların suskunluğu,

    Fakülte kurullarının “idari birim” gibi davranması,

    Akademik personelin kendi iç dayanışma ağlarını zayıflatması

    da bu tablonun parçası. Yani mesele “YÖK kalksın, her şey düzelsin” kadar basit değil; üniversite içindeki kültür ve cesaret eksikliği de işin içinde.

    “Siyasi konjonktür izin vermez” tuzağı

    Hakim siyasi kutuplaşma nedeniyle köklü reformların zor olduğu açık. Fakat bu cümleyi çok sık kurdukça, farkında olmadan kendimizi de felç ediyoruz.

    Bence bugün için, “büyük anayasal reform” beklemeden de atılabilecek bazı adımlar var:

    Üniversite içi sosyal sözleşme:
    Her üniversitenin kendi içinde, öğretim üyeleri, öğrenciler ve mezunların imzaladığı,

    ifade özgürlüğü,

    akademik liyakat,

    kampüs yaşamına müdahalenin sınırları
    gibi konuları tanımlayan, yazılı ve görünür bir “üniversite içi mutabakat metni” mümkün. YÖK’ten bağımsız, ama YÖK’le de çatışmak zorunda olmayan, alt seviye bir norm.

    Mezunların sorumluluğu:
    Türkiye’de mezun dernekleri çoğunlukla nostalji ve network ekseninde çalışıyor. Oysa mezunlar,

    rektör atamalarına yönelik tutumlarını,

    akademik özgürlük ihlallerine karşı pozisyonlarını
    daha görünür ve sistematik biçimde ortaya koyabilir. Siyasi iktidarların en çok önemsediği şeylerden biri, “mezun markası”dır.

    Bağımsız izleme ve raporlama kültürü:
    Sadece tepki anlarında değil, düzenli aralıklarla

    “Akademik Özgürlük Raporları”,

    “Üniversite Yönetişimi Endeksi”
    hazırlayan sivil/akademik girişimler, YÖK’ten de, tek tek rektörlerden de daha kalıcı bir hafıza oluşturabilir.

    YÖK’e karşı çıkmak değil, onu “boşaltmak”

    Bugün belki de en gerçekçi strateji, YÖK’ün varlığını siyasal sloganın merkezine koymak değil, yetki alanını fiilen daraltan pratikler geliştirmek:

    Üniversite içi katılımcı mekanizmaları güçlendirerek,

    Atama süreçlerinde şeffaflık talebini ısrarla yineleyerek,

    Öğrenci ve akademik kadronun “gündelik hayatını” koruyan küçük ama somut kazanımlar üreterek.

    Çünkü YÖK’ün formel varlığından daha önemli olan, üniversitelerde fiilen neyin mümkün olduğu.

    Son söz: Hikâyeyi iyi anlatmak yetmiyor, küçük kırılmalar lazım

    Sizin metniniz, “yarım yüzyıllık demokrasi kaybı” duygusunu çok iyi taşıyor. Bu, hafızayı canlı tutmak için çok değerli. Benim naçizane eklemem şu olurdu:

    Bu hikâyeyi artık yalnızca “kaybın kroniği” olarak değil, küçük ama somut kırılmaların mümkün olduğu bir zemin olarak da okumaya ihtiyacımız var.

    Belki büyük reform, bugünün siyasal ikliminde gerçekten imkânsız. Ama üniversitelerin içindeki aktörler –öğretim üyeleri, öğrenciler, mezunlar– kendi ölçeğinde bazı şeyleri değiştirmeye başlamadıkça, hangi iktidar gelirse gelsin, aynı döngüyü tekrar yaşamaya devam edeceğiz. Belki de ben çok ütopik düşünüyorum varolan ülke ikliminde ama Munzur Press zaten ütopik gibi görünen ama realizm içeren düşüncelere önem veren bir platform. Saygılarımla