Güncel/iz
Koma Amed yıllar sonra geri döndü. Diyarbakır onları bağrına bastı. Binler konsere akın etti. Güzel tablolar oluştu. Herkes sevdi, sevindi, paylaştı. Güzel bir tablo ama bu tabloyla çok da ilgili değilim! Ya geri kalan onlarca, yüzlerce sanatçı? Yaşamak için, ayakta kalmak için çırpınan müzisyenler, sinema ve tiyatro oyuncusu, edebiyatçılar, yazarlar, çizerler? Büyük problemler yaşayan ezici çoğunluk? Diyarbakır görüntüleri değil, beni asıl bu sahne düşündürüyor!… Bu nedenle “Koma Amed”i değil, arka plandaki hakikati yazmak istiyorum…
***
Yerel ve yöresel olandan çıkarak toplumsal form kazanan Kürt müziği 90’lı yıllara damga vurur. “Devrimci kimlik” ve içeriği olan bu müzik ağırlıkla kolektif gelişir… Bireyden çok “grup” (kom)ların öne çıktığı bir süreç olur… Nesnel gerçekçilikten-toplumsal gerçekçiliğe adım atan Kürt sanatı ve müziği, bu yıllarda ağırlıkla toplumsal-siyasal olaylardan beslenir…
90’lı yıllarda genelde sanat, özelde müzik daha çok “direniş ve devrim müziği” olarak gelişir. Sanatsal nitelikten çok, “sanatta tavır” olarak öne çıkar. Geleneksel Kürt müziğinden, evrensel olana geçişin ön örneğini oluştursa da bu çıkış, evrensel sanat ve sanatçı kimliğini karşılamaz.
Sanat; “insan yaratıcılığının, becerisinin ve hayal gücünün ifadesi veya uygulaması” ise, “bir duygu veya düşüncenin en güzel ve en estetik haliyle görsel ve işitsel bir maddede vücut bulması” anlamını taşıyorsa; daha doğrusu toplumsal hakikatin yeniden ve yaratıcı biçimde üretimiyse, bu formu bulmuş değildir.
Bu yıllarda sanatçıda estetik kaygılardan çok politik-toplumsal kaygılar baskındır. Kahramanlıklar kadar, yaşanan dram ve trajedileri anlatma/aktarma kaygısı öndedir. Sanat, genellikle direniş ve direniş tarihine sahne olan epik, lirik ve dramatik olayların anlatımı/aktarımı biçiminde gelişir.
Sonuç olarak bu yıllarda, dönemin toplumsal duygu ve duyarlılıklarıyla örtüşen ancak evrenselliği yakalayamayan daha çok “sanatta tavır” ı ifade eden bir sanat anlayışına tanıklık ederiz.
***
90’lı yılların kolektifi ise siyaset-sanat ilişkisinin oluşturduğu uyum ve bütünlüktür. Bu bütünlüğün yarattığı toplumsal ilgidir. Bu yıllarda sanat (müzik) görece özerktir ancak bu özerklik kendi özgün alan ve kimliğini yaratacak kadar güçlü değildir.
Aynı yıllarda sanat (özellikle de müzik) yarattığı ilgi ve oluşturduğu yoğunluk bakımından siyasetten bir adım önde de olsa, siyasete angajedir. Sanat dili de bir o kadar angaje ve politiktir. Sanat ve sanatçı ağırlıkla siyasal merkez ve kadroların kontrol ve denetimi altındadır.Bu nedenle Kürt sanatı (müzik, tiyatro, sinema) ve sanatçı kimliği estetize olamamış, yerellik ile ulusallık arasına sıkışıp kalmıştır.
***
Bunun birçok nedeni vardır. Bireyin sanatçı kimliğinden çok politik kimliğinin ön planda oluşu ve kültür alanında yarı askeri nizamın varlığı önemli nedenlerden biridir. Tarz açık biçimde Sovyetiktir. Basın, kültür, sanat alanından sorumlu olanların ağırlıkla siyasal kadrolar oluşu başka nasıl açıklanabilir?
Bunun anlamı şudur: Her sanatçı, her müzisyen, her yazar-çizer özgün/özerk bireyler olarak değil, birer “kurum elemanı” olarak görülmüş ve merkezi olarak tasarlanmış ödevlerle sorumlu tutulmuştur. 90’lı yıllar ve 2000’li yılların başlarında kültür-sanatta belli bir sayısal artışgörülür; toplumsal olaylar sanat ve sanatçıyı tetikleyerek motive eder. Ancak aynı oranda yaratıcı kılmaz. Merkezileşmenin yarattığı darlık ve kısırlık sanatçıyı kısır döngüde tutarak adım attırmaz… Bu da sanatçıda merkezileşmeye ve merkezi yapılara karşı belli bir tepki yaratır…

***
2000’li yıllarla birlikte; (özellikle de 2000’li yılların ortalarından sonra) siyasetin öne çıktığını, ancak sanatsal alanda ciddi çözülmelerin yaşandığını görüyoruz. Merkezileşmenin yarattığı kısırlık, yaratıcılığı köreltir bu da çözülmelere yol açar. Sanat, ağırlıkla da müzik aynı ilgiye mazhar olmaz.
Elbette yasaklar, ağır baskı koşulları da bunda rol oynar. Fiili şiddete eşlik eden kültürel şiddet, alanı küçültür. Siyaset-sanat ilişkisindeki denge bozulur ve sanatta dejenerasyon başlar. Kolektifler yani müzik grupları dağılır. Bireysel kaygılar öne çıkınca, kolektif sanat ve yaratılara ilgi azalır. Aradan kimi bireyler sıyrılsa da performans ve potansiyel düşer.
Geçmiş birikim ve yaratılarla sınırlı kalan, yeni şeyler üretemeyen, ağırlıkla da popüler kültüre yönelen bir anlayış gelişir. Popülist siyasete, popülist sanat ve sanatçı eğilimi eşlik eder.
Siyasal alan kendine yakın olana destek verirken, uzak duranı yadsır. Böylece tuttum, demokratik olmaktan çıkar. Hakkaniyet kaybolur. Sanatçı bocalar, çoğunluğu ağır ekonomik ve sosyal sorunlarla karşı karşıya kalır. Zemin bulmada zorlanır ve düşer. Siyaset, kurumsal kimlik ve doğrudan ilişkiyi şart koştukça, olanaklar sadece bu kimliği kabul edenlere sunulunca, yetenekler bir bir kaybolur… Alan çöker!
Bu durum toplumdaki genel ilgisizlikle örtüşünce referanslı ve imtiyazlı sanat ve sanatçı profilleri öne çıkar.
***
Bugün yaşanan tam da budur. Kolektifin ürünü olan birey, kolektiften kopunca ya da görece özerk olunca alan bulmada zorlanıyor, değer görmüyor. Sanat ve sanatçının değerini belirleyen yeteneği ve yaratıları değil, siyasal yapıyla olan bağı oluyor.
Özellikle politik merkezler, sanat ve sanatçı anlayışını gözden geçirmelidir. Kültür, sanat, edebiyat alanları sorumlu ancak özgür olmalıdır. Bireysel ya da kolektif gelişsin; sosyal devrim ve demokrasiye, birey ve toplumun ruhsal düşünsel gelişimine hizmet eden, insanda iyi duygular uyandıran kimliği, aidiyeti ne olursa olsun her sanat ve sanatçı desteklenmelidir.
