Günümüz dünyasında kültür, sadece geçmişin birikimi değil, aynı zamanda gözle görülmeyen bir güç haline geldi. Pierre Bourdieu’nün deyimiyle “kültürel sermaye”, bir bireyin veya grubun bilgi, dil, sanat ve eğitim üzerinden toplumda konum kazanmasını sağlar. Normal şartlarda bu sermaye, aidiyetin ve içselleştirmenin doğal bir sonucu olarak işler. Ama ne yazık ki, günümüzde işler biraz değişti.
Artık kültürel sermaye, bazıları için bir araç hâline geldi. Bir kişi veya grup, ait olmadığını açıkça bildiği bir kimliğin değerlerini; şöhret, kariyer, piyasa avantajı ya da politik kazanç için kullanabiliyor. Bir topluluğun dili, bir inancın deyişleri, hatta bir halkın sembolleri… Her şey “pazarlanabilir içerik”e dönüşüyor.
Bu süreçte kültür, kendi köklerinden kopuyor. Tarihsel hafıza, derinliğiyle birlikte araçsallaştırılıyor. Sanat ve entelektüel uğraşlar ise hakikate değil, manipülasyona hizmet ediyor. Bourdieu’nün tabiriyle bu, “kültürel alanın metalaşması”. Kültür, artık kimliğin yaşanmış bir değeri olmaktan çıkıyor; kariyer, sosyal prestij ve ekonomik kazanç için kullanılacak bir araca dönüşüyor.
Peki sonuç ne oluyor? Toplumda samimiyet ve aidiyet duygusu zayıflıyor. İnsanlar, kültürü deneyimlemek yerine onu tüketmeye başlıyor. Kimlikler, derinliklerini kaybedip yüzeyselleşiyor. Ve en trajik olanı, bu araçsallaştırmadan en çok zarar görenlerin, kendi kültürüne en çok sahip çıkan topluluklar olması.
Kültürel sermaye, sadece bir ayrıcalık ya da prestij göstergesi değildir; yaşanmış bir tarih, paylaşılan bir deneyimdir. Eğer biz onu araçsallaştırmaya devam edersek, geriye yalnızca satın alınabilir bir taklit kalacak. Ve o taklit ne geçmişi anlatır ne de geleceğe yön verir.