Bir noktadan sonra toplumun dışa dönüklüğü, bireyin içe çöküşüne dönüşür. Kendi üretimini görmeyen, kendi insanını fark etmeyen topluluk, bireyine kendinden utanmayı öğretir.
Bu, sadece psikolojik bir kırılma değil, kimliğin sessiz bir çöküşüdür.
İnsan, ait olduğu yere güvenmediğinde, orada var olma isteğini de kaybeder.
Bir kimlik, kendi iç sesini duymamaya başladığında çözülme başlar.
Toplumun “dışarıya dönük bakışı”, bireyin içsel aynasını karartır. Kendini sürekli başkasıyla kıyaslayan birey, giderek benliğini dış onaya teslim eder. Başkalarının alkışı, kendi üretiminin yerini alır. Değer, içerden değil; dışarıdan gelirse “gerçek” olur. İşte tam bu noktada yabancılaşma başlar — birey, kendi benliğine yabancı olur.

Erich Fromm’un dediği gibi: “İnsanın kendisinden kopuşu, en tehlikeli yabancılaşma biçimidir.”
Kürt toplumu gibi uzun süre baskı, inkâr ve dışlanma altında yaşamış halklarda, bu yabancılaşma daha derin izler bırakır.
Toplum dış baskılara karşı direnirken, kendi içindeki kırılmaları fark edemez.
Birey, kimliğini savunmakla yükümlü hisseder ama çoğu zaman o kimliğin içinde nefes alamaz.
Kimliğini yaşamak, onu taşımaktan çok, onu ispat etmeye dönüşür.
Ve bu ispat çabası, bireyi kendisinden uzaklaştırır.

Kürt entelektüeli, sanatçısı, yazarı, her üretiminde bu iç gerilimi taşır. Hem ait olduğu toplumu görünür kılmak ister, hem de o toplumun onu görmediği gerçeğiyle yaşar. Bu çelişki, içte bir sessizliğe dönüşür.
İnsan, en çok kendi sesi duyulmadığında susar.
Ve bir toplum, kendi sesini taşıyanları duymadığında, sessizce çürümeye başlar.

Duvarın Öteki Yüzü
Üç yıldı aynı duvara bakıyordu.
Bu kaçıncı üç yıldı?
Her sabah aynı gölge, aynı çatlak, aynı sessizlik.
Aynı gökyüzü.
Aynı bulut, aynı ezgiyle bir görünüp bir kayboluyordu…
Bir parça gökyüzü vermişlerdi ona; günde birkaç saat. Yorgan boyu kadar mavi ve dikdörtgen…
Ayak uzatılacak kadar bir gökyüzü!
Zaman akmıyordu; birikiyor, gün geçtikçe ağırlaşıyordu.
İstemsizce duvarı tanımaya çalışmıştı.
Taşları, taşların renk tonlarını, taşlardaki notaları! Örülme sırasındaki dengesizlikleri ezberlemişti.
Taş yerinde durmuyordu, her gün biraz daha eksiliyordu.
Gazetelerde adını yazan yoktu, dostlarının sesi kesilmişti.
Unutulmuştu.
Hatırlayanlar yorulmuştu.
Bir zamanlar yazdığı cümleler, konuştuğu meydanlar artık uzaktı.
Unutulmak, ölmekten daha beterdi.
Gece, hücredeki lambanın altında, duvara yaslanıp fısıldadı:
“Ben hâlâ burada mıyım?”
Ses geri dönmedi.
Duvarın içine sinmiş bir yankı vardı — boğuk, yorgun, kendi kendine çarpıp dağılan bir ses.
O an anladı:
Kendine yabancılaşmak, insanın kendi sesini duymayı unutmasıymış.
Kendine dönecek yer kalmadığında, dışarısı da anlamını yitirirmiş.
Bir insan, en çok kendi içinde kaybolur.