Hasan Sağlam
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Kültür Sanat
  4. NEHİRDE BULUT İZİ – Terkedilenin Terkisindeki Tekerleme

NEHİRDE BULUT İZİ – Terkedilenin Terkisindeki Tekerleme

featured
NEHİRDE BULUT İZİ – Terkedilenin Terkisindeki Tekerleme

“Aşk, yaşanırken değil, terk edilirken yazılır. Çünkü mürekkep, kalpten sızar.”

Hasan Sağlam

“Tarihin ve toplumun birbirine uzak düşmüş uçlarını çekip yaklaştırdığımda…”

Aşk tanımı ile parmak izi arasındaki benzerlik, hiçbirinin diğerine benzememesidir.
Sayısını bilemeyeceğimiz kadar aşk masalı, efsanesi, kitabı, şiiri, şarkısı, filmi vardır.
Mutlu aşk yoktur; varsa da hikayesi yoktur.
“Mutlu aşk vardır.” deyip Aragon’dan şamar yeme niyetim yok, tam tekmil katılıyorum: Mutlu aşk yoktur.

Efsane aşklar biliriz: Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı…
Hatta babamın deyimiyle “Aslı olmasaydı Kerem ile Aslı yanmazdı.” — o derece yani.

Hasan Ağırdağ dostumun kitabını heyecanla okudum.
Bir aşkın gece sayıklamaları olduğunu biliyordum, ızdırabından haberdardım.
Ancak kitabı okuyunca, kıyımlı acılarının Paris sokaklarından seğirtip Dersim’in Xeç (Demirkapı) köyünde kendine mezar arayan bahtsız bir şairin acısına döndüğünü anladım.

“Nehirde Bulut İzi” adlı kitap bir monolog.
İsmiyle müsemma desem nasıl anlaşılır bilmem ama bana göre soyut ve somutun girift bir aldatmaca hali; iç içe.
Aşklar da öyledir zaten.

“Tarihin ve toplumun birbirine uzak düşmüş uçlarını çekip yaklaştırdığımda, kısa devre yapan zamanın tam ortasına denk gelen ömrümden biliyorum bütün bunları.”

Yazar, kitap boyunca bu tümceyi sesine iliştirerek yürümüş; Viktor Hugo’nun Paris’in yeraltı geçitlerini anlatan muhteşem detayına zaman zaman asılmış.
Daha çok Nil Nehri’nden kurak topraklara su taşımış; o kavruk gecelerden terleyen bir şair olarak sabaha çıkmış.
Her sabah “günaydın” ile hayat damarlarında dolanan “yaşıyor olma” iklimi kalp atışlarında kısa devre yapsa da, durmadan yağan karla beyaza çekmiş bütün aşklarını.
Her defasında ciğerlerini döve döve, aşkın kendine eza veren sayfasında durmuş.

Monolog; yani iç sesini notlara dökerek…
Sosyal medyanın hafızasının iyi yanlarından sonra “git” sesiyle biten aşk, bir kitaba dönüşünce Ağırdağ kardeşim soluğu Demirkapı’da almış.
Sırt çantasında bir dizüstü bilgisayar, Emirali Yağan’ın göz ucuyla okuduğu notlar…
Yüzüne yayılan tebessümle “Bunları kitaplaştır.” demesiyle sancılı aşkın kâğıda dönüşü sağlanmış.

Bol imgeli, sürekli aşka saran ve her gece ölüp sabah “günaydın”la hayata başlayan bir meczup haliyle Maxpule’nin hikayesinde dağlara yaslanıyor.
“Beş elmadan ikisini kardeşin Hıdır’a verdin, kaç elman kalır Kamber?”
Sorusu altı ay kış süren bir dağ köyünde sorulursa Kamber’in cevabı “Vermem.” olur — kılıç yalımı bir sesle çalkalanır öğretmenin kafasında.
Şubat ayında elmanın kekre tadını tarif edecek ne şair vardır, ne öğretmen.

Paris ve Dersim arasında duygusal devinimle geçişkenlik sağlayan öyküler birbirine asla benzemiyor; aşklar gibi her biri farklı.
Dağların rüzgarına el değdiren devrimcilerin sesi de var, oğluna bir daha sarılamayan dervişin ahı da…

Sonlara doğru, kendisini terk eden sevgiliyi incitmeden bağrına hançer batırdığını görüyoruz yazarın.
Aslında aşk yaşandığında yazılacak bir şey değil; terk edildiğinde, ızdırabın mürekkebidir kâğıda zulmeden.
Hasan, tam da terkedilmesinin kendisine hüküm kesen tarafı “Katilde biraz haklıymış.” noktasına taşıyor aşkını.
Hak etmenin bedelini, aşkını temize çekerek ödüyor: şarap, rakı ve şiirin eşliğinde.

İmgelerinden faydalandığı diğer şairler, yazarlar, peygamberler, filozoflar olmuş.
İdeolojik çıkarsamalar, dinsel ritüeller, yerden yere savrulmuş kitaplar ile renklenmiş.
Anlaşılmaz halde olmanın avare görüntüsü de kırıcıymış; boş mezar avcısı görüntüsüyle, kılık kıyafet arsızı bir şairin aşkının mutsuz bitişinde kendimize de pay çıkaracağız kuşkusuz.

Aşkın acısını bir kıyım olarak anlamlandırdığında, konuyu her defasında Hrabal’ın “Auschwitz’den sonra edebiyat ne yapabilir ki?” cümlesini Adorno’dan ödünç alarak anlatıyor.
Ağırdağ da nazire yapmaktan imtina etmemiş.
Bu yıkımı, kütlesel duygularını ve kendi cumhuriyetinde kıyıma uğramış aşkını anlatıyor.
Adorno’dan “Auschwitz’den sonra şiir yazmak zulümdür.” cümlesini düşürseydin de aklımız bokumuza karışsaydı…
Hangisi diğerinden daha acıtıcı, hatta acıtıcı mı incitici mi?
Hangisi daha manalı — duruma göre mi, kişiye göre mi, toplumun ve zamanın kısa devre yapan yeri neresidir, nasıl anlar insan?
Bilemedim.

Ağırdağ’dan aşkın sonrasının sonrasını yazmasını da bekleyelim.
Çölde ayak izlerinin üstünü örten kum tanelerinin sonrasının izi gibi…
Nazire demişken, Aragon’dan imgeyi alarak “Mutlu son yoktur.” demiş Ahmet Can Akyol.

Bütün bir kitabı aşk sancısı ile yazmış olsa da, yazar epilog olarak “9 Şubat — bugün annem öldü.” diyerek ünlem koymuş.
Gayrı cümle kurmak manasız.

NEHİRDE BULUT İZİ – Terkedilenin Terkisindeki Tekerleme
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir