Delil Karakoçan
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Felsefe
  4. Ah modernite! Mezarlığında kurban edilmiş ne çok dost var!

Ah modernite! Mezarlığında kurban edilmiş ne çok dost var!

featured

“Ben” güçlü bir öznedir. Ancak öteki “ben”le sözleşerek bu gücü kazanır. Günümüzde “biz” vurgusu genellikle itici gelse de birey bu sosyolojik “çoğul”la buluşarak kendini büyütür, etkin ve iradeli kılar.
Maneviyat da aynı yolu izleyerek çiçeklenir. İnsan her zaman ya “güçlü” ya da “zayıf” değildir. Bazen ikisidir, bazen biridir, bazen de hiçbiri…

Güçsüz düştüğü koşullarda manevi bir yol izler ve ondan aldığı güçle ayakta kalır. Ancak maneviyat, salt tinsel bir şey değildir; tüm bir kolektifin, yaşanmışlığın ürünüdür. Başka bireylerin, yol arkadaşlarının fiziksel ve ruhsal varlıkları, birikimleriyle oluşur; harcında her birinin emeği yüreği vardır.

İnsanın Güçsüz Düşüğü Yer

Bizler bu yüreğe tutunarak sekmeden, sarsılmadan “sırat”lardan geçeriz… Sevdiğimiz, yol arkadaşımız, yarenimiz, yarenliğimiz içimizdeki güçtür. Maneviyat da bu tarihi yolculukta ötekine kattığımız, onunla paylaştığımız ve ondan aldığımız şeydir.

Bu soyut bir çıkarsama değil, deneyimliyerek öğrendiğimiz “gerçek”tir. Gerçek kadar, taşıdığımız yaralar, yaşadığımız acılar da her birimizin olduğu kadar diğerinindir. Biz onun, o da bizim acımızı taşır ve yaşar.  
Bu kaynaktan beslenenler alçakgönüllü olur; kendinden bahsetmekten imtina eder. Daha çok bizi, yaşadığımız acıları önemser, her defasında “yaran nasıl” diye sorar.
Bizdeki yalnızlık, çaresizlik, güçsüzlük duygusunu söküp atan güçlü bir bağdır bu…

İzninizle burada tekil bir dil kullanayım ve tanığı oldum olaylardan sadece birini aktarayım: 80 sürecinde askeri cezaevindeydim. Kaldığım cezaevinde musluklardan su akmazdı; bidonlarla sayılı miktarda verilirdi. Su koridorda doldurulur, suya giden her arkadaş mutlaka dövülürdü. Arkadaşlardan biri, diğerleri dayak yemesin diye öne atılır her, suya gider her defasında dayak yer, yine de gitmekten vazgeçmezdi…
Bazılarımız buna bir anlam vermeyebilir, normal görmeyebilir, “delice” hatta “aptalca” bulabilir. Buluyordur da…

Ancak tanığı olduğumuz benzeri örnekler, arkadaşlık hukuku ve “dayanışma gereksinimi”nin çok ötesinde bir şeydi. Özgür insanın öznitelikleri hakkında önemli ipuçları veriyor; çağın bireyci bencil dayatmaları karşısında insanı bambaşka bir mecraya, başka bir toplumsal iklime taşıyordu…

Düş Değil Gerçek

“Düş” değil “gerçek”ti!

Uzun çok uzun yıllar sonra bu “gerçeklik benim hayalim oldu.” (Replik)
Peki ne oldu ne değişti de dünün “gerçeği”,bugünün “hayali”ne dönüştü?
Sorumuzu filmden bir başka replik yanıtlar: “Çok kişi gördüm, çok şey anlattılar, sordular; ama kimse sormadı yaralarımı…”(Replik)

Sanırım her birimizin ya da çoğumuzun yaşadığı, yaşamakta olduğu da bu…
Tam bahsedecekken, herkes kendi yaralarını anlatmaya başlar; kendinden bahseder, önceler, kapatır kendini yaralarına.
Kalakalırsın öylece… Öyle bir başına dilsiz acılar içinde. Kapanmaz yaran, gözyaşı döker durur, gören anlayan olmaz bir daha…

Neden böyledir insan, tam bahsederken sen, kendini anlatmaya başlar öteki? Dinlemez seni, saygı duymaz, geçip oturur cümlelerin en başına illaki, anlatır kendini? Döküldükçe sözcükler yağmur gibi, utanır yaraların; gerisin geri sana döner, sende kalır sende büyür, zorlar yüreğinin ritmini…

Herkes yargılar seni ve yadırgar, sen susarsın. Anlatamaz kendini, öyle kanar durur hicran. Buz tutmuş bir nehrin sessizliği gibi yasını tutar kaybolan gerçeğin…

Sevgi

Öyle ya dili kayboldu sevginin, sevmelerin, empatinin, sempatinin yitip gitti. İpe çekilince tanrısal aşk, kalmadı sözcüklerin anlamı, uçup gitti o da savruldu…

Çok kişi gördüm, çok şey anlattılar, sordular; ama kimse sormadı yaralarımı…
Açıp bakmadı gönül penceresini, kapadı kapıları bir bir, sürgüledi. Çözülmez şifreler koydu; girmesin diye içeri sevgi ve uğramasın hoşgörü… Hoşgörü ki insana ne çok yakışır ne çok bilgecedir ne çok mütevazı ne de çok insan!

Lakin canlanmasın anılar, yaşanmasın hakikat. Golgot’a yolcusu olmasın diye bedenleri, taşımasın diye hayatın yükünü, “suya giden” olmasın diye kendisi, vurdu kendini sağırlığa! Sağır sultanlar duydu, duyamadı bir tek Allah’ın kulu, duymak istemedi besbelli…

Bozuldu komünün, imecenin, ortaklaşmanın, dayanışmanın tılsımı, ortak duygulanımlar, hisler, refleksler kayboldu; her birini kendince gömdü her birey, nasıl gömüldüyse kitaplar, şiirler, türküler aşklar, arkadaşlıklar, yaşanmışlıklar öyle gömüldü bir bir ardı sıra…

Ki biliriz, bilir çok kişi de bu coğrafya da “terk-i yara” edince insan, önce kitaplar gömülmüştür, kasetler, dergiler… Sonra sözler söz verişler, sözleşmeler. Aşklar, arkadaşlıklar gömülmüştür. Ve her birey, kendi bencilliğinde unutmuştur bir başkasının varlığını ve kendi acısında başka acıları…

Sana “tabibsiz yaralar” kalmıştır sadece…

Hallac ki bilgedir “Cehennem nedir, neresidir” diye sorarlar Hallac’a. Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir” diye cevaplar… Acı çektiğimizi kimsenin bilmediği her yer külliyen cehennemdir. Her birimiz, diğerimizin yarasını görmeyerek acısını duymayarak, “su almaya gitmek” yerine, “suya yollayarak” başkasını, cehenneme mütemadiyen taşırız ateşi…

Çokluk içinde yalnızlık

Neden kimse bilmek duymak istemez bir başkasının acısını, bakmak görmek istemez yarasını? Neden aynı anda atar ortaya kendi, kendinden bahseder durur?

Hiç mi bilmek istemez, çare düşünmez ötekine? Sevgi beslemez, empati yapmaz, yanında yakınında olmak istemez bir diğerinin? Ve her birey, bir başka birey için sadece “diğeri” midir? Yok mudur “biz”leri, ortak yaşayışları, duygulanımları, umut ve istekleri? Bu zorlu yaşam yolculuğunda hiç mi aramaz gözleri bir diğerini? Hiç mi tutmak istemez ellerinden…

Gerçek neden bu kadar uzak ve ellerimiz soğuk?

“Çok kişi gördüm, çok şey anlattılar, sordular; ama kimse sormadı yaralarımı…”
Bu “yokluk”, bu “hiçlik” niye? “Kayboluş neden? Neden “her koyun kendi bacağından asılır” bencilliği? Nerden çıktı çağın “önce kendini sev, kendini düşün” mitosu? Neden gözünü kırpmadan, acı duymadan asar ötekini, çeker dar’a ve söküp atar yüreğinden?

Modernite!

Ah, modernite!
Yalanın, hayatın gerçek karşılığı haline geldiği kutsiyet… Kapital bataklıkta dokunan hırs ve ihtirasın kimliksiz arsızlığı… Çağına sığınmış küstahlığa ha bire methiye dizilen ocak… Söz verişlerin, yoldaşlığın, arkadaşlığın kapital tapınaklara tercih edildiği kirli alem…
Mezarlığında, varlığına kurban edilmiş ne çok dost ne çok düş kırıklığı var!

Ah modernite! Mezarlığında kurban edilmiş ne çok dost var!
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

  1. Duygularıma tercüman olan muhteşem bir yazı! kaleminize yüreğinize sağlık!