“Gerçi İngiliz halkı özgür olmak istiyor ama yanılıyor, zira o sadece parlamentoya temsilcileri seçtiği sürede özgür ve temsilciler seçilir seçilmez de köleden başka bir şey değil. Özgür olduğu o kısacık zamanda, özgürlüğünü kullandığı anda özgürlüğünü kaybediyor”. Jean Jacques Rousseau
‘Batı demokrasisi veya ‘temsilî demokrasi’ de denilenin gerçek demokrasiyle ilgisi bir şekilden veya görüntüden ibaretti… Bizde 1946-50’den beri oynanan ‘demokrasi oyunu’, Batı’dakinin kötü bir kopyası… Siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmezleri sayılır ama reel dünyada hiç öyle olmadı. Bir kere siyasi partiler halk (emekçi sınıflar) tarafından kurulmuş değillerdi. Halk tarafından kurulmaları ya engellendi ya da her şeye rağmen kurulabilenlerin yaşamasına izin verilmedi. Gerçek muhalefet hiçbir zaman bir varlık gösteremedi… Bizde siyasi partiler halkın değil, devletin ve mülk sahibi egemen sınıfların örgütleridir. Halktan oy alıyorlar ama onu temsil etmiyorlar… Eğer siyasi partiler gerçekten adlarına layık örgütler olsalar, seçimlerin de reel bir varlığı olsaydı, Türkiye bugün böyle olur muydu? Onun için neden söz ettiğini bilmek önemlidir denecektir…
Bu günkü siyasi partilerin yapısı-işleyişi ve hareket alanı 12 Eylül 1980 NATO’cu-Amerikancı askeri darbe tarafından belirlendi. Faşist darbeyle ‘neoliberalizm’ denilen ekonomik-sosyal model dayatıldı. Aslında Türkiye’nin neoliberal ekonomik ve sosyal politikalara teslim olması, kompradorlaşma tercihi yapmak demekti… O tarihten sonra ekonominin temeli aşınmaya devam etti. 2002’de dinci AKP’nin iktidara taşınmasıyla aşınmanın hızı ve yoğunluğu daha da arttı… Artık yağmalanmamış talan edilmemiş bir şey kalmadı… Şimdilerde ülkenin içine sürüklendiği durumu ‘kriz’ deyip geçiştirmek mümkün değil. Söz kokusu olan kriz değil ‘çöküş’… Çöküş, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı ve olmayacağı demeye gelir…
Neoliberal ekonomik ve sosyal politikalar sadece bizde değil, her yerde siyaseti etkisizleştirdi… Sağcı-solcu-liberal, sosyal demokrat…hangi siyasi parti iktidar olursa olsun, yapabilecekleri şeylerin sınırı gerici -halk düşmanı neoliberal paradigma tarafından belirlendi… Siyasi partiler arasındaki farklılıklar silikleşti… Artık hangi siyasi parti iktidar olursa olsun, şeylerin seyri değişmiyordu… Bu durum siyasi partilerin halkı aldatma-oyalama yeteneklerini aşındırdı… Giderek, geniş emekçi halk sınıflarının siyasi partilere güveni azaldı.
İnsanlar, siyasi partilerden ümidi kesince, ‘karizmatik’ liderlere, yalanı yüksek sesle söyleyen siyasetçilere yöneliyorlar. Burjuva siyaseti varlığını toplumu kutuplaştırmaya borçludur… Toplum ne kadar kutuplaştırılırsa aldatmak-oyalamak ve yönetmek o kadar kolaylaşıyor… Kimlik siyaseti iyi iş görüyor… O işi en iyi yapabilenler de ‘karizmatik’ denilen liderler… Şimdilerde dünyanın birçok ülkesinde aşırı sağcı, faşist, dinci liderlerin seçilmesinin nedeni düzen partilerinin gözden düşmesi… Aldatma-oyalama yeteneklerinin aşınması… Türkiye’de son milletvekili ve başkanlık seçimlerinde T. Erdoğan’ın partisinden %15 fazla oy alması söylemek istediğim durumun sonucu…
Türkiye’de geride kalan dönemde geçerli ‘siyaset yapma’ yöntem ve araçlarının artık işe yaramadığı zaman gelip çattı… Müesses nizamın muhalefetinin kitleleri aldatma-oyalama yeteneği aşınmış bulunuyor… Bu da verili siyaset yapma tarzının dışında bir şeyler yapmayı gerektiriyor…
Eğer Tek-adam rejiminden vakitlice kurtulunamazsa, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayacak… Oldum-olası Türkiye’de siyaset, bütçenin, hazinenin ve müştereklerin (herkesin olan, herkesin ortak kullanımına sunulan kaynakların-varlıkların) yağmalanması, talan edilmesi için yapılıyor ama geride kalan 20 yılda AKP bütün rekorları kırdı… Sömürü, yağma ve talan insan havsalasını zorlayacak boyutlara çıktı… Açlık ve yoksulluğun şu veya bu şekilde üstesinden gelmek imkansız değildir ama doğa yağma ve talanı aynı şey değil… Ekolojik yıkım pupa-yelken yol almaya devam ediyor… Bu, yaşamın temelinin aşınması, geri dönüşü olmayan yola girilmesi demektir… Yazık ki, bu utanç verici yağma talana yeterli tepki yok… Oysa her şey göz önünde gerçekleşiyor…
Maalesef toplum çoğunluğu ‘kalkınma’, ‘ilerleme’, ‘ekonomik büyüme’ adına bütçenin, hazinenin ve yaşam için vazgeçilmez doğal varlığın, yağmalanması karşısında yeterli duyarlılığa sahip değil ve gereken tepkiyi göstermiyor… Yıkımı seyretmekle yetiniyor… Yerli- yabancı sermaye (ki, yerlisiyle yabancısı arasında fark yoktur) sadece emekçileri sömürmüyor, bütçeyi ve hazineyi utanmazca yağmalamıyor, ülkenin doğal alt-yapısını, ekolojik varlığını da yok ediyor… Kapitalist devlet yangına körükle gidiyor… Velhasıl, ayağımızın altındaki zemin hızlı bir tempoyla aşınmaya devam ediyor…
Muğla İkizköy, Akbelende yaşanan vahşet bir istisna değil, yüzlercesinden sadece biri… Bu vahşi yıkım vakitlice durdurulamazsa, ülke çöle dönüşecek ve bunun sorumlusu sadece yağma ve talanın failleri, gözü doymaz kapitalistler değil, bu duruma seyirci kalan herkes olacak…
Rejim, iktidarı ve muhalefetiyle bir çöküş manzarası arz ediyor ama söylem başka… Yüzyıllık yalanda ısrar devam ediliyor… Geride kalan yüzyılda, insanlar muasır medeniyeti yakalayıp üstüne çıkma mavalıyla uyutuldu… Oysa muasır medeniyeti yakama söyleminin bu dünyada bir karşılığı olması mümkün değildir… Zira, kapitalizm dahilinde kapitalist-emperyalist-kolonyalist devletler gibi olmak mümkün değildir… Arada sömürü-bağımlılık ve tâbiyet ilişkisi olduğu için… Aslında gerekli de değildir… Dünyanın geri kalanını, şimdilerle ‘Küresel Güney’ denilen ülkeleri sömüren, kaynaklarını yağmalayan, talan eden kolonyalist, emperyalist, ırkçı Batı’nın nesi sizi cezbediyor? Bu kafayla olmaz, bu yol bir yere çıkmaz ama başka bir şey yapmak pekâla mümkündür…
Siyasetin kaşarlanmış burjuva politikacılarına bırakılmayacak kadar önemli olduğunun bilinmesi gerekiyor… Bunun için de yurttaş bilinciyle hareket etmek, siyasal sürecin seyircisi değil, öznesi olmak gerekiyor… Bu da ideolojik kölelikten kurtulmadan mümkün değil…