Arîn İnan Arslan
“Keşke adını Hasret koymasaydım,
Belki ona hasret kalmazdım.”*
İdrak çok netameli bir yanılgı halidir. Ermek, erişmek, derinliğine kavramak ve akıl erdirmek diye de bilinir. Biz ise bu coğrafyada bakıp görmeyenler, söyleyip anlamayanlar, bilip idrak edemeyenleriz. Yaşadığımız her şey bizde izler bırakır. Ve bu çoğu zaman bizim tasavvurumuz dışında gerçekleşir. Bazı izlerin üzerini bu yüzden güzel bir dövme ile kapatmak mümkün değildir. İnsanın önce dili, akabinde ise yazıyı bulması bedensel olanı dışsallaştırmış ve başka türlü de bir kayıt tutulabilme, hafıza oluşturulabilme olanağı sağlamıştır. “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir” der Çiller. İşte bu içerde ve dışarda onarılan hafızanın korner çizgisidir. Burada duralım.
İdrak demiştim. Aslında insan denen mahlukatın ömrü toplasan bir çakıl taşını anlamaya yetmez. Çünkü zaman az, mana ise alabildiğine berrak. Peki bizim hilemiz ne? Birçok şeyin kulağımızın kirişini aşmasına müsaade etmemek; yüzeyde kalarak bunları görmezden gelmek. Okyanustan bir tas su alıp okyanusu evine götürdüğünü sanmak insanın netameli yanılgısıdır. Yoksa bir insanı yakmayı enine boyuna anlamaya çalışsak bile, hiç şüphesiz ki deliririz. Çünkü işkence etmek doğada yok. Yalnız insan bunu yeniden üretir, planlar, sistematik hale getirir, bundan haz duyar. Üstelik bunlar insanın “akıl etmesi” ile övündüğü halleridir. Doğanın böyle bir aklı yok, doğanın en vahşi halinin dahi aklı değil akışı, dengesi vardır. Doğa kıtlıktan, açlık ya da susuzluktan ölen canlılardan öc almaz, haz da duymaz. “Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş… Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır… Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır.” diye buyurur dönemin Hızır Paşa’sı. Bir nefes alımı ötede yaşanan her şey kanlı canlıdır bir yudum suyla sınananların hafızasında. Çünkü Kerbela’yı kurmak insana mahsustur. Konu yine bir yudum sudur.
Bilirsiniz, fiziki olarak bize uzak olan şeyleri daha kolay kabul eder, paketler ve geçeriz. Bunu muhtemelen kendimizi korumak için zaman içinde geliştirdik. Buna birkaç yıl önce Sivas’ta bir belgeselin çekimi esnasında etimle ve kemiğimle şahit oldum. Kürtlüğüm ve Aleviliğim yüz metre öteden belli olur benim. Bunun çok faydasını da gördüm, zararını da. Bakanlık onaylı bir proje için iki gün Sivas’ta çekim yapacaktık. Bakanlık onaylı diyorum çünkü bu bir koruma kalkanıdır, yukardaki iki kimliğin Türkiye’de birçok yere giriş biletidir. Diğer türlüsü sıkıntılı. Neyse, adını milli değerlerden alan bir pansiyonda bir gece konakladık. Pansiyon bizim dışımızda tamamen öğrencilerden müteşekkil. Sivas’ta ikinci sabahımız. Saat beş ya var ya yok. Kapının önünde kalabalık bir grup sopalarla duvarlara ve arada kapıya vuruyorlar. Ara ara küfür sesleri filan. Uyandım. Sabah uyanışının o mahmur halini, hiçbir şeyi anlamayan boş bakışları bilirsiniz. Aklımda binlerce şey geçiyor, bunlar bizi yakacaklar diyorum ama milim kımıldayamıyorum. Üçüncü kattan nasıl kurtulacağız. Durmadan bunu düşünüyorum. Ben daha önce Madımak ile doğrudan derin bir duygusal ilişki yaşamış biri değilim. Bunun üzerine durduğum da yok. Böyle şeyler bana hep ağır gelmiştir. Madımak olduğunda da ben çocuk sayılırdım. Herkes kadar ilgiliyim yani. Ama o gün orada bu bilginin bana nasıl derinden işlendiğini anladım. Bedenen yüksek efor gerektiren işler ve sporlarla meşgul oldum hep. Başımın çaresine fazlasıyla bakacak biriyim, iş o noktaya gelirse eğer; öyle derim yani. O sabah orada yataktan çıkmayı geçtim, parmağımı oynatamadım. Telefonun yanımdaki komodinde olduğunu sanırım bir saat falan sonra anladım. Doğrudan kapıyı açmaya çalışmıyorlardı. Onlar arada kapıya sopa ile vurup küfür ederken, ben sadece dinledim. Bunlar burayı az sonra yakacaklar o yüzden içeri gelmiyorlar diye düşündüm. Yan odamdaki arkadaşım olayın sonunda dışarı çıkmış ve ne olduğunu sormuştu. O esnada oraya gelen pansiyonun sahibi ona gençlerin koridorda fare kovaladıklarını ve onu öldürmeye çalıştıklarını söylemişti. Bu kesinlikle durumu açıklamıyordu ama yine de kendi travmamı her şeyin üstüne koymadım. Hava aydınlandı, biz çıkıp hiçbir şey olmamış gibi çekim yapmaya gittik. Yerelde bize yardımcı olan arkadaşa Yıldızeli’ne doğru giderken yolda bu durumu olduğu gibi anlattım. Geri dönelim dedi. Sizin burada olduğunuzu öğrenmişler. Kalırsanız yarın daha kalabalık gelirler. Sizin için gelmişler. Siz kapıyı açsaydınız size saldıracaklardı. Açmadığınız için fareyi bahane etmişler dedi. Pansiyona döndük. “Aziz Nesin’in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir.” diyecektir İçişleri Bakanı Gazioğlu. Halkın inançları keskin birer bıçaktır. Kimin elinde kimi keseceği belli olmazdı. Eşyalarımızı alıp Karadeniz’e geçtik.
Siyah bir köpek yağmur yağdı diye beyaz bir köpeğe dönüşmez derler. Sizin kimliğiniz size hiçbir şey ifade etmeyebilir. Ten renginiz umurunuzda bile olmayabilir. Ama sizin bunlara dair ne düşündüğünüzün zerrece önemi yoktur faşizm için. Siyah bir köpek siyah bir köpektir.
Velhasıl, Madımak’ta otuz beş canı yakanlar gram utanç duymuyorlar, en ufak bir pişmanlık taşımıyorlar. İnsan söz konusu olduğunda böyle kenarı köşesi belli laflar etmekten hep utanmışımdır. Ama ben o gün orada o aklın her şeyi zafer gibi hatırladığını gördüm. Bunu bilmek ve söylemek çok acı, ben söylerken utanıyorum ama o gerçeği gördüm, üzgünüm.
Hep dinleyip geçeriz. Burada da bir duralım. “Akarsu’yum yansam da”…
*Hace Gültekin-Hasret Gültekin’in annesi, Röportaj, PİRHA
