Yönetmen Arîn İnan Arslan ile “Bêder/Serçenin İlk Adımı” filmini konuştuk. Arslan, “Bu filmde ne sembolizm, ne umut tarifi, ne de gerçeküstü bir arayışım var” diyor.
Duygu KIT/DERSİM
Arîn İnan Arslan Dersim’de yaşıyor ve çalışmalarına bu küçük ama tarihi yüzyıllara değen dağ kentinde devam ediyor. “Kırıntı”, “Pera Berbangê”, “Sî û Ba” gibi kısa filmleriyle İran, Amerika, Çek Cumhuriyeti, İtalya, Berlin Film Festivali gibi festivallerde birçok ödül aldı. Arslan son kısa filmi “Bêder/Serçenin İlk Adımı” ile de 9’uncu Duhok Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne değer görüldü. “Bêder” hayatın ölümle ölçülmesini anlatıyor. Nasıl öldüğümüz ve öldürüldüğümüz bizden sonra kalacak olanların hayatlarını nasıl geçireceklerinin ölçütü oldu daima. Bu hakikati Antigone’den Taybet Ana’ya kadar süren bir zaman diliminde mezarsız ölülerimizle yaşamaya devam ediyoruz. Biz de buradan başlayarak Arîn İnan Arslan ile Bêder’i, sinemayı, sanatı -özelde Dersim’de sanatı-, yaşamayı ve üretmeyi söyleştik. Bêder 29 Ocak’ta Mubi Türkiye’de izleyiciye açılacak.
Yıllar önce de birçok film çektiniz ve filmleriniz dünyanın farklı yerlerinde izleyiciyle buluştu, ödüller aldı. Sonrasında ise sinemaya uzun bir ara verdiniz. Bilinen bir yönetmen iken sizi merkezden uzaklaştıran ve ara vermeye iten nedenler nelerdi?
Benim de herkes gibi korkularım var. Doğru yerde doğru zamanda olamamak gibi. Eğer sanatınız bir duruş beyanıysa bu bir süre sonra sizi ele geçirebiliyor. Durmak söylemekten daha önemli bir şeye dönüşebiliyor. Daha ilk filmimi yaptığımda insanlar yeni bir Yılmaz Güney geliyor dediler. İnsan insana bu kötülüğü yapar mı? Sanılıyor ki bu bir övgü ama değil. Yılmaz Güney kaçıncı filmini çektiğinde Yılmaz Güney olmuştu; hatırlayan var mı? Sosyal medya çağı bir lanet çağı bu yönüyle. Eğer bunu övgü sayar da oradan gelecek katığa tamah ederseniz sorun yok. Kervan yolda bir şekilde düzülüyor. Ama yok ben buna tamah etmem diyorsanız o zaman işiniz cidden zor. Bu işler ciddi bir ekonomiyle dönüyor ve eğer biraz da mükemmeli arıyorsanız, şimdiden söyleyeyim işiniz bitiktir. Göz önünde olmak bir sanatçının kaynaklarını kurutacak bir lanete dönüşebilir. Çünkü olağan ilişkiler geliştiremezsiniz, her şey size verili olarak gelmeye başlar. Oysa bir sokağa, bir mahalleye, bir başka topluluğa ait olmak farklı ve kestirilemez kaynaklar sağlar. Merkezden uzaklaşmak bana bunları sağlıyor diyebilirim.
Bir nevi sanatın taşrasına düşmüşken, bir sanatçı olarak geriye dönme motivasyonunuz neydi?
Daha önce söylemişimdir, ellerini boynuma geçiren şeylerin sinemasını yapıyorum. Ama bu demek değil ki her şey bununla sınırlı. Sanatçı sipariş üzerine de üretir. Geçim için de. Hangisine dayanırsak dayanalım hepimiz insanız ve mecburiyetlerimiz var. Kimse sanatçıya kutsal bir görev atfederek onu açlığa mahkûm edemez. Bu köhne ve faşizan bir yaklaşımdır. Sanatçıdan benim beklentim, üretim nedenlerine sadık kalması olabilir. Yani biri faşisttir diye sanatçı olamaz mı? Ya da ruhunu dünyevi şeytanların tezgâhına koyan sanatçılar mesela, onlar sanatçı değil midirler? Elbette ki ölçüt bu değildir, olmamalıdır da. Benim en çok karşılaştığım şey satmak için yaptığı işi bize birtakım yüce sebeplerle pazarladıklarında zekâmızla geçilen dalga oluyor ve işte orada bir tür kalpazanlık kokusu alıyorum. Ticari bir işin de pekâlâ sosyal ve politik meseleleri vardır. Yalnız kendini bağımsız sinemanın açmazlarıyla savaşmış ve oradan çıkmış gibi o mecrayı da sömüren bir yere konumlandırmak, kabul etmediğim bir şey. İstanbul’da belli çeteler bu el çabukluğuyla yapılan illüzyonları çok iyi biliyor ve alan kapatıyorlar. Seçkin bir çevreden geldikleri için topluma bunu yedirmek de pek zor olmuyor.
“Ellerini boynuma geçiren şeylerin sinemasını yapıyorum” diyorsunuz, burada önemliyi önemsizden nasıl ayırt ediyorsunuz, kavramsal zemine geçişiniz nasıl oluyor?
Mesela ne daha önemlidir diğerinden? Ya da ne daha önemsiz? İnsanı istersek defalarca aynı hayatı yaşayan ve hep aynı hataları yapan bir canlı olarak düşünelim, isterse ölü bir kurt, kurumuş bir ceviz ağacı ve dağlardan fışkıran bir suyun atomlarından meydana geldiğini düşünelim. Yaşam bir şekilde hep başka suretlerde devr-i daim eder. Bu aynı zamanda Alevilik inancının temellerinden de biridir. Can yok olmaz. Ceviz ağacı da, kurt da, su da bir kılıf, bir tendir; canı örter. Tüm bunların bizim filmimizle ne ilgisi var, ya da konuyu seçme biçimimle? Milyonlarca yıldır kendisine barınacak yer arayan bir canlıdır insan. Ev, yurt, yuva, aile bunlar hep güvenli bir yerde olma isteğindendir. Peki bir ev, duvarları olmayan bir ev, ev midir yine de? Evi yıkılanın yurdu genişler mi?
O halde Dersim’e geçelim. Dersim tarihsel ve kültürel olarak köklü bir coğrafya ve şehir. Yüzümüzü nereye dönsek tarihsel bir hakikatle karşılaşıyoruz. Dersim’in bu gerçekliğiyle “Bêder”i nasıl buluşturuyorsunuz?
Bence Dersim şehir değil kasaba. Hem de ülkenin gündemine her daim girdiği gibi modern bir kasaba da değil. Birçok anlamda feodal bir kasaba. Ama hem Alevilik potasından dolayı hem diaspora bağları sebebiyle asimilasyona ve çağdaş düşünceye açık ve meyilli bir yapısı var. Bu ise müthiş bağnaz ve gerici olan ülke ortalamasının içinde sabah yıldızı gibi parlamaktadır. Yalnız bizim yapmamız gereken bu parıltıyla kör olmamaktır. Çünkü Dersim’in çağdaşlığı da okuma oranı gibi baktığınız yere göre çok negatif bir özelliğe dönüşebilir. Okuma oranı okula gönderilmeyi tanımlayan ve dolayısıyla ne kadar yüksek oranda asimilasyona uğradığını da gösteren bir istatistiktir. Dersim artık anlıyorum ama konuşamıyorum kasabası bile değildir; İstanbul Türkçesiyle övünmek dışında seçeneği kalmamıştır. Yüzde sekseni ortanın solunda duran bir toplumun, bildiklerinin hayatlarına değmemesini başka türlü nasıl açıklayabiliriz? Şimdi gelelim sorunuzun başına, Dersim tarihi olarak köklü bir şehirse, neden biz dönüp dolaşıp yine yaralı inekler gibi otuz sekiz yaramızı yalıyoruz? Neden bir yıl ilerisine dair bir tane tahayyülümüz yok? Bana bir kişi bile iki bin otuz sekizde Dersim’de ne olacağını söyleyebilir mi? Tarihi ve kültürü olan insan topluluklarının gündemini başka toplumlar belirlemez, onların bir planı vardır diye düşünüyorum.
“Bêder”e geri dönecek olursak, filminizde çok fazla sembol var. Sembolizmle bu kadar ilişkili olma sebebiniz ne?
“Sî û Ba” filmimde bir rüyayı sembollerle örmüş ve belgesel ilkelerine göre akan filme kendi fikrimi ekleme olanağı bulmuştum. Ancak bu filmde sembolik anlatımın ötesine geçme çabam daha baskındı. Yani gündelik hayatın içine sinen birtakım şeylere yakından bakma çabası diyebiliriz. Çünkü ben o kazanların kurulmasını, taşınan kapıyı, kör eden fırtınayı, acı çeken köpeği, duvarları olmayan ve her şeyin bir yangın yerinden az önce çıkmış olma duygusunu yaşadım ve gördüm. Bakın uydurmuyorum, bir sanatçı olarak rüyaya da yatabilirdim. Değil, ben bunları gördüm, bu şekilde gördüm. O yüzden bu filmde ne sembolizm, ne umut tarifi, ne de gerçeküstü bir arayışım var. Bunlar her şeye rağmen kalkıp yürümek zorunda olanların gördükleri ve yaşadıklarıydı. Tüm bu yaşananların acısını içimde o kadar eğip büktüm ki beni seyredenlerin değil, benimle birlikte o kuyuya inecek insanların hissedeceği bir noktaya getirdim. Çıplak bir dille söylesem kendi insanlığımdan utanacağım çok derin acılar bunlar. Bu yüzden bu film benim için acının simyasıdır. O kuyuya indiğinde her kalbin kolay kolay kaldıramayacağı şeylerden söz eder.
Sadece kapıyı sorsam?
Kapı en temelde eşik değil midir? Bu eşikten geçmeyi zamanda yolculuk etmek gibi düşünebiliriz. Zamanda yolculuk ister geleceğe doğru olsun, isterse geçmişe doğru, her halükârda ilkel bir halimizle karşılaşacağımızı düşünüyorum. Bizim filmimizde de dilden önce ve yine dilden sonra gelecek olan hırlamaya ve ısırmaya çıkıyoruz. Yaşayanları değil cesetleri kurtarma savaşı verenler ne demek istediğimi anlayacaklardır. Filmde her şeyin buza kestiği mutlak bir durağanlığın ortasından geçilerek bir nehre varılıyor; hareketin her şeye rağmen sürdüğü yere. En ilkel duygularına ve ifadelerine geri dönen karakterimiz, annesini ancak bir köpek gibi hırlayarak, yerde sürükleyerek bir mezara gömebilmektedir. Çünkü orada insan olmanın ve insan kalmanın hiçbir olanağı kalmamıştır. Belki artık insan gibi düşünmenin bir yararı da yoktur. Uzay zamanda geleceğe ve geçmişe gitmenin sırrını çözmeye çalışan, yeni bir galaksiye açılacak kapıları arayan, başka bir evrenin tahayyülünü kuran insan, kendi kapısının önünde yenilmiştir.
“Bêder”de her şey dönüp dolaşıp kadınlarda buluşuyor sanki. İnsanın yenilgisinden söz ediyorsunuz; bu yenilgiden kadınların payına ne düşüyor?
Çektiği acıyla bir gecede saçları beyazlayan insanları duymuşsunuzdur. Hiç bitmeyen kış böyle bir şey sanırım. Kürtçe’de bahar geldiğinde, karın kalkması olayına kararmak denir. Beyazın bitmesi yani. Kış sadece karın beyazıyla değil, soğukluğuyla da beyazdır. Yekpare bir dünya, kör eden bir ışık ve ölüm. Bütün ahlak öğretilerinin ötesine geçip konuşmayı başarırsak, dişi olan sadece bir rahmi olan ve canlılığı yaratan olarak değil, canlılığı müthiş bir nafilelik duygusuyla sürdürmeyi başarandır da. Burada doğurmaya övgü yoktur. Benim için çilecilerin feyz aldığını düşündüğüm şey nafilelik duygusudur. Öğretmeni taş olan bir öğrenciden söz edilir. Bu öğrencinin alacağı ders nedir sizce? Soru sormamak. Bu bizi modern aklın dünyasında dogmatik bir yere götürüyor gibi görünebilir. Ancak burada asıl olan kaderci bir yaklaşımdan ziyade yaşamın asıl dinamiğinin yani bir insan ömrünü aşan ve kişisel tatminleri aşan bir varoluşu sürdürmeyi kabul etmektir. Bende bu direncin adı kadındır. Dişi olandır. On binlerce yıllık insanlık tarihi ve kütüphaneleri dolduran bilgimizle müthiş bir kibir budalalığı içinde her yana caka satıyoruz. Her şey doğada olduğu şeydir. İnsan ise bir maksat içindedir. İnsanın bilmekle övündüğü her şeyi toplasak bir karıncanın yürürken kalbinden geçenlerden az olduğunu iddia etsem, bunun aksini bana kim ispat edebilir?
“Bêder” bir ölü gömme töreni mi? Rahme dönüş mü? Yeniden başlamak için bir neden arayışı mı? Yoksa nafileliğin -bu kelimeyi siz kullanıyorsunuz- tefekkürü mü?
“Bêder” kendi kumaşından çıkıp bir başkasının fistanını giyinme denemesi bence. Failin güçlü ve haklı olan dünyasından ayrılıp, mağdurun ayak izlerine, delirme hallerine bakma denemesi. Delirme diyorum ve bu öylesine söylediğim bir kelime değil. Bir delirme halinin tarifi nasıl olur? Hepimiz bu tımarhaneye tıkılmışız. Birbirimizin yüzündeki çizgilere bakarak kendi acımızın tarifini yapıyoruz. Bu da benim yüzümün çizgisi; benim baktığım yüzlerin. Delirmek, tahammül edilmesi mümkün olmayan acılardan kaçmak değil midir? Hepimiz bu acının kiracıları ya da seyircileri değil miyiz? Ben delirmeyi tarif edenim ama aklım henüz delirmediğimi söylüyor, siz izleyiciler bir delirme haline talipsiniz, anlamak istiyorsunuz ama delirmeye niyetiniz yok. Bu kadar eşitsiz koşullarda bir şey nasıl anlaşılabilir? Bu konforlu yerden yeniden başlanabilir mi?
Son olarak bize halihazırda üzerinde çalıştığınız projelerinizden söz edebilir misiniz?
Pandemiden önce çekimlerine başladığımız hâlâ kurgu aşamasında olan, Hüseyin Cevahir ana eksenli bir ‘68 belgeselimiz var. Cevahir’in ailesinin ricasıyla çalışmaya başladığımız bu belgesel, bizi Türkiye’nin bambaşka bir yüzü ile karşılaştırdı. Yakın tarihimize dahi ne kadar yabancı olduğumuzu ve hafızamızın kulaktan dolma bilgilerden öteye gitmediğini anlama olanağı bulduk. “Cevahir” belgeselinin akabinde ilk uzun metrajlı filmim için çalışmaya başlamayı planlıyorum.
Kaynak: GazeteDuvar