Çıplak ağaçlar, çamurlu topraklar, kararmış çürümüş yapraklar, çoktan köyü terk etmiş sesleri kulaklarımızda kalmış kuşlar.
Kış geldi. Düşüncelere dalmayı, kendimizle kalmayı sevmediğimizden belki, sevmeyiz kışı. Güneşli günlerin, serin akşamların, bizi oyalayan birçok şeyin uykuya çekildiği mevsimidir kış. Çıplak ağaçlar, çamurlu topraklar, kararmış çürümüş yapraklar, çoktan köyü terk etmiş sesleri kulaklarımızda kalmış kuşlar. Eylemsizliğin, buz gibi bir donukluğun, duyguları ve düşünceleri alt üst edip, iç içe geçiren gölgeleri kaplıyor her yeri. Tek tesellimiz sabredip baharın gelmesini beklemek…
Hayata kaldığımız yerden yeniden başlayacağımız uyanışın ilk yağmurlarıyla Mart’ın, cıvıl cıvıl sesleri ve renkleriyle baharın, büyük bir coşkuyla Newroz bayramının kutlanmasını, köyde kışı geçirince daha iyi anlıyorum. Toprak, ağaçlar, yağmur ve bulutlar öyle temiz, öyle aydınlık, öyle canlıdır ki baharda, kışın insanın üzerine çöken kristal uyku, yerini ateşten bir çözülmeye bırakır.
Tam da kendini bu çözülmeye, akışa teslim etmek üzereyken doğa, bir gece çelikten nefes gibi bir soğuk, hayatın ipeksi uyanışını dondurur. Toprak taşlaşır. Ağaçların ve bitkilerin yaprakları yanar, kararır. Döllenmeye hazırlanan tomurcuklar ölür. Barbar bir istilanın soğuk uğultusu kalır.
Yüzyıllardır bu uğultuyla yaşıyoruz!
Yüzyıllardır hiç kıpırdamadan verimsiz, kavruk bir uyuşuklukta bekliyoruz.
Soğuk ve pusla yoğrulmuş bir yolda başkalarının açtığı yolların silik izlerini takip ediyoruz.
Sırtımızı döndüğümüz hakikatin yerine, işimize gelen her düşünce kırıntısını, üstümüze boca edilmiş tüm inançları ölümüne savunur görünüp çıkarımıza ters düştüğü an terk ediyoruz.
Sözün eylemde karşılığını beklemenin unutulduğu bu yerde tutarlılık çoktan bir ölçü olmaktan çıkmış.
İklim değişikliğinin, bilinçsiz tarımın, toprağı, ağacı, bitkileri tanımamanın etkisiyle çiftçiler, işin kolayına kaçarak baharda dondan etkilenmeyen türlere yönelmeye başladılar. Genellikle yurt dışından, küresel tekellerin laboratuvarlarında üretilen bu türler giderek daha çok tercih edilince, yerli türlerin yok olma tehlikesi arttı.
Düşünce, sanat, bilim alanlarında da aynı kolaycılıkla ithal ve devşirme bir biçimlenişin etkisinde yaşamıyor muyuz? Kötürümleşmiş bir toplumsal hayat, insanların düşüncelerine sinmiş göçebe bir akıl, bereketin ve canlılığın baharını sinik bir çaresizlikle arafta bir durakta bekliyoruz. Tek tesellimiz karnımızı doyurmak, barınmak ve çoğalmak.
Toplumun çoğunluğunun dünyayı kavrayışını belirleyen düşünceler, aslında soyut bir gerçeklik olan devlet ve devletin ideolojisi. İnşasındaki zayıflıkların korkusuyla dış dünyaya, yeni ve eleştirel düşünceye kapalı, nerdeyse ‘dondurduğu’ tüm sorunlarını manipüle ederek sürdüren bir resmî ideoloji, tüm toplumun düşünme, yaşama biçimini karartmış.
Aşiret ve cemaat örgütlenmelerinin modern taklitlerinden başka bir şeye dönüşememiş partilerin, örgütlerin, sendikaların, derneklerin vb. bütün faaliyetleri bu düşünce ikliminin dışına çıkmadan, onu yeniden üreterek ve mümkünse bu fırsat aracılığıyla ranta, mülke çökmek üzerine kurulu.
Özgün bir düşüncenin, yeni bir toplumsallığın, ortalama algının dışına çıkarak yapmaya çalışanların ödeyeceği bedel sınırda, uçta yaşayarak bütün çıkar ilişkilerinin uzağında bir tür yalnızlıktır.
Öyle üç beş yıl değil, hayatının sonuna kadar kesintisiz bir tutarlılığın, eylemin, dönüşümün ve özgürleşmenin sonucu ve ancak sonunda, bu sürecin açığa çıkaracağı enerji ve imkanlar özgün bir düşünceyi ve yeni bir hayatı filizlendirir.