Devletin yıllardır tekrar ettiği ‘33 asker’ masalını arşiv belgeleriyle bozan Ayşe Hür, Dersim’e yönelik operasyonların spontane değil, 1926’dan beri adım adım hazırlanan bir imha ve homojenleştirme politikası olduğunu gösteriyor. Yazı, Dersim hakkındaki tüm klişeleri tek tek çökertiyor.
Ayşe Hür
İlk olarak 16 Kasım 2014’te Radikal’de yayımlanmıştır. Munzur Press, tarihsel hakikat mücadelesinde bu metni okuruyla yeniden buluşturuyor.
Dersimliler eğitime karşı mıydı, askerlik yapmaz mıydı, vergi vermez miydi, siyaset yapmaz mıydı?
Harekât 1926’dan beri planlanıyordu, uygulama 1934’te başlandı…
Olayların kronolojisi “20/21 Mart 1937’de 33 askerimiz şehit edilince Dersim’e harekât yapıldı” yalanını açığa çıkarıyor.
Dersim’in önemli kanaat önderi Seyit Rıza ve altı arkadaşının idamının 77. yıldönümünün yaklaştığı bu günlerde, bazısı samimi, bazısı suret-i haktan görünmek için, bazısı da siyasi saiklerle Dersim tartışmaları yapılıyor.
Bunlardan birinde, 12 Kasım 2014 gecesi CNN Türk’te Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölge programında, konuklardan MHP Milletvekili Yusuf Halaçoğlu Dersim katliamlarının ne kadar haklı olduğunu anlatmak için şöyle diyordu:
“1937’de durup dururken başlamayan, 33 askeri katlederken Singeç Köprüsü’nün korumasındakileri katlederek başlayan, tıpkı Eruh gibi, ses çıkarmayacak mısınız devlet olarak? Yani 9. Seyyar Jandarma Taburu’na yapılan saldırılarda kaç askerin öldürüldüğünü, bu olay başlamadan söylemeyecek misiniz, bu katliam değil mi?”
Diğer konuklar bu sözlere itiraz etmeyince, Ahmet Hakan birkaç kez bu ifadeleri tekrarlayarak tartışmayı ateşlemeyi denedi: “Evet, 33 erimizi öldürmüşler, müdahale etmesin mi devlet?”
Programı kaç kişi izliyordu bilmiyorum ama dinleyenlerin büyük bir bölümünün “Tabii ya, devletimiz Dersimlileri tepelemekte haklıymış…” dediğini tahmin ediyorum. Ne de olsa araya bir de “Eruh” lafı sıkıştırılmıştı.
Bunları dinlerken internette yaptığım kısa bir taramadan sonra, ulusalcı çevrelerin idolü Yılmaz Özdil’in şu ifadelerine rastladım: “Sene 1937… Mustafa Kemal, Başbakan Celal Bayar’la birlikte Tunceli’ye gelip, Murat Nehri üzerindeki Singeç Köprüsü’nün açılışını yapacaktı. Köprünün ucunda karakol vardı. Basıldı. 33 asker şehit edildi. Peşinden… Telefon hatları kesildi, pusular kuruldu, Mazgirt Köprüsü havaya uçuruldu, jandarma taburu vuruldu, 56 asker daha şehit oldu. Film koptu.” (Hürriyet, 24 Kasım 2011)
Gördüğünüz gibi, neredeyse Yusuf Halaçoğlu ile aynı şeyleri söylüyordu Yılmaz Özdil. Yusuf Halaçoğlu gibi kelli felli bir tarih profesörünün kaynağı tarihle hiç ilgisi olmayan bir gazeteci olamayacağına göre, ikisinin de yararlandığı bir başka kaynak olmalıydı değil mi?
Aklıma o dönemin Malatya Emniyet Müdürü, ileriki yılların Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in anıları geldi. Baktım, şöyle yazıyordu: “Yıl 1937. Şükrü Sökmensüer, Atatürk döneminin ünlü Emniyet Genel Müdürlerinden. Bir gün beni çağırdı. ‘Atatürk, Diyarbakır’da Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek’ dedi. O tarihte Seyit Rıza, Dersim’in lideri. Aynı zamanda kendisi peygamber sülalesinden geliyor. Seyit Rıza’nın bir de dini kimliği var. Fırat, Şeytan Köprüsü başında bir karakol var. Bu köprüye Seyit Rıza ve birkaç destekçi ağalardan oluşan tayfaları köprüye bir baskın düzenliyorlar. Baskında karakol yakılıyor ve 33 asker şehit ediliyor. İşte bu olay Dersim İsyanı’nın başlamasıdır.”

Gerçi Yılmaz Özdil’in, Çağlayangil’in kitabını okumadığı, ondan yapılan alıntıları okuduğu anlaşılıyor çünkü Fırat, Murat olmuş, Şeytan Köprüsü, Singeç Köprüsü olmuş. İfadeler de aynen değil. Ama sabit olan bir şey var: 33 askerin şehit edilmesi. Zaten esas mesele de bu sayı.
Çağlayangil’in anılarını Tanju Cılızoğlu 1980’lerde kaleme almış, kitabın ilk baskısı 1990 yılında yapılmış. Anılar değerlidir; nitekim Dersim’de mağaralara doldurulan Dersimlilerin “fareler gibi” (deyim Çağlayangil’in) gazlarla boğularak öldürüldüğünü Çağlayangil’in bir röportajından öğrendik. Seyit Rıza’nın ve arkadaşlarının nasıl hukuk dışı yollarda idama mahkûm edildiğini ondan öğrendik. Seyit Rıza’nın son sözlerini o anlattı bize. (“1937-1938’de Dersim’de neler oldu?” yazıyı okumak için tıklayın.)
Ama Çağlayangil bu hatırasında yanılıyor. Ya da Seyit Rıza’nın asılmasındaki dramatik rolü yüzünden, Dersim harekâtını meşrulaştırma ihtiyacı içinde yalan söylüyor.
Bir kere Çağlayangil–Özdil–Halaçoğlu üçlüsünün sözünü ettiği Singeç Köprüsü, Diyarbakır’da değil, Pertek ile Hozat arasında. Çağlayangil’in dediği gibi Fırat Nehri üzerinde değil, Özdil’in dediği gibi Murat Nehri üzerinde değil, Murat suyuna bağlanan Hozat Çayı üzerinde. Ama daha da önemlisi, köprü Dersim’deki I. Harekât bittikten ve Seyit Rıza idam edildikten iki gün sonra, 17 Kasım 1937’de Atatürk tarafından açılmış beton bir köprü.
İnanmazsanız dönemin Tan gazetesinden aldığım şu anlatıları okuyun:

“Dersim Şakilerinin Akıbeti”
“Tunceli hadisesine ait muhakeme hitam bulmuştur (bitmiştir). Tunçeli’de isyan eden 58 suçluya ait karar tefhim edilmiştir. Bu karara göre suçlulardan 11’i idama mahkûm olmuş fakat içlerinden dördü hakkında idam cezası yaşların geçkin olmalarından dolayı 30 sene ağır hapse tahvil edilmiştir. Diğer yedi idam mahkûmları şunlardır: Seyit Rıza ile oğlu Hüseyin ve Seyhanlı aşireti reisi Hasso Seydi ve Yusufhanlı aşiret reisi Kamer oğlu Fındık ve Demenanlı aşiret reisi Cebrail oğlu Hasan, Kureyşanlı Ulikeye oğlu Hasan ve Mirza Ali oğlu Ali’dir. İdam hükümleri bu sabah infaz edilmiştir. 14 suçlu hakkında beraat kararı verilmiştir. Diğer suçlular da muhtelif ağır cezalara mahkûm olmuşlardır.” (Tan, 16 Kasım 1937)
“Cumhurreisi Dün Elaziz’de Karşılandı”
“Cumhurreisimiz Atatürk, bugün saat 13’te Elaziz’i ilk defa olarak şereflendirdiler. Elazizliler, Büyük Şefe karşı emsalsiz karşılama tezahüratı yapıyorlardı. Önderimizin şehre ayak basmaları top ateşiyle selamlandı ve Atamız, kendilerini karşılayan mekteplilere, askerlere iltifatlarda bulundular. (…)
Atatürk maiyetlerinde Başvekil Bayar, Dahiliye ve Nafıa Vekilleri, Orgeneral Kazım Orbay, Umumi Müfettiş Korgeneral Alpdoğan ve diğer zevat olduğu halde Tunceli’ne gitmişlerdir. Yolda Murat Suyu üzerindeki eski köprüden geçilerek eski Pertek kalesinin bulunduğu saha önünden Hozat Deresi üzerinde inşa edilmiş olan beton köprüye gidildi ve Türk tekniğinin yüksek bir eseri olan bu köprünün kurdelesi bizzat Atatürk tarafından kesilmek suretiyle küşat resmi (açılış töreni) yapıldı. Bu köprünün eski adı Soyungeç ve Sungeç olduğu hakkındaki maruzat üzerine Atatürk dilimize telaffuz itibarile en kolay şekli olan Singeç adı verilmesini tensip ettiler. Dönüşte Murat Suyu üzerinde kurulmakta olan yüz metre uzunluğundaki Pertek Köprüsü’nün başına gidildi.
Atatürk köprünün fenni, mali ve iktisadi bakımlarından kıymet ve ehemmiyeti hakkında mütehassıslar tarafından verilen malumatı dinledikten sonra Pertek kaza merkezini teşrif buyurdular…” (Tan, 18 Kasım 1937)

“33 Askerin Öldürülmesi Tamamen Uydurma”
Gördüğünüz gibi köprüyle ilgili anlatılar birbirine girmiş. Ama esas, 33 askerin öldürülmesi hikâyesi tamamen uydurma. Çünkü Dersim harekâtlarını en ince ayrıntısıyla anlatan Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar adlı kitapta buna dair tek bilgi yok.
Genelkurmay yayını olan kitapta Dersim harekâtının başlangıcını şu cümlelerle anlatıyor: “İlk olay: Pah bucağı ile Kahmut bucağını birbiren bağlayan Harçik (Darboğaz) Deresi üzerindeki tahta köprünün 20/21 Mart 1937 gecesi saat 23.00 sıralarında Demenan ve Haydaranlılar tarafından yıkılması ve köprü ile Kahmut arasındaki telefon hattının tahrip edilmesiyle başladı.” (S. 171)
“26/27 Mart 1937 gecesi: Sin karakolu ile bucak arasındaki telefon irtibatının kesilmesi ve aynı gece saat 21.00 sıralarında bucak merkezine kimlikleri bilinmeyen şahısların ateş baskını yapması olayı üzerine 4’üncü Genel Müfettişlik durumu bir raporla üst makamlara bildirmekle beraber yapılması kararlaştırılan Tunceli harekâtı üzerindeki görüşünü de açıklamıştı. 4’üncü Genel Müfettişliğe göre hükümet 500 jandarma ile bir uçak bölüğünü bu işe ayırmalı, 17. Tümeni kuvvetlendirmeliydi.” (S. 172)
Dikkat ettiyseniz Genelkurmay’ın anlatısında köprü ve telgraf direği yakma var, “ateş baskını” var ama tek bir ölümden bile söz edilmiyor. Öte yandan, Genelkurmay belgesinde adı verilen Pah Köprüsü devletin değil, Dersimlilerin kendi ulaşımları için Harçik üzerinde yaptırdıkları ahşap bir köprü. Dolayısıyla Dersimliler devletin köprüsünü değil, kendilerinin yaptığı tahta köprüyü yıkmışlar. Nedeni de devlet güçlerinin kendilerine yanaşmasını engellemek.
Hadi işi gücü sansasyonel yazılar yazmak olan Yılmaz Özdil’i bir yana bırakalım, Yusuf Halaçoğlu gibi bir zamanlar Türk Tarih Kurumu’nun başkanlığını yapmış bir akademisyenin, birincil kaynak olan Genelkurmay kitabına değil de olaydan 40 sene sonra yazılan ve bilimsel kriterlere uygunluğu açısından sorunlu bir anı kitabına veya daha kötüsü bu kitaptan üretildiği sanılan, suyunun suyu anlatılara dayanarak milyonlarca kişiyi yanıltması normal mi sizce? Bu sıradan bir yanılma–yanıltma olayı sayılabilir mi?
İşin bir diğer vahim yanı, Ahmet Hakan’ın programındaki diğer konukların Yusuf Halaçoğlu’nun yanlış ifadelerini (ki buraya kadar anlattıklarım dışında, iki kere de 1926–1930’da yaşanan Van İsyanı’ndan söz etti. Böyle bir isyan yok, herhalde Ağrı İsyanı demek istiyordu) fark etmemeleri. Bu küçük olay bile Dersim konusunun nasıl ciddiyetsiz biçimde, daha doğrusu bilimsel ve etik kriterlere uyulmadan tartışıldığını anlatmaya yeter.
Bu örnek aslında tek değil. Örneğin Dersimlilerin, eşkıyalıkla geçinen, yarı vahşi insanlar olduklarına, Dersimlilerin medeniyete karşı çıktıklarına, Dersimlilerin Cumhuriyet’in modernleşme projelerine direndiklerine, Dersimlilerin vergi ve asker vermediklerine, eğitime karşı olduklarına dair anlatıları ele alalım. Her biri hakkında yüzlerce sayfa yazılır ama örnek olsun diye birkaç paragrafla bunları sırasıyla irdeleyelim.
Dersimliler Eşkıyalıkla mı Geçinirler?
Osmanlı dönemindeki belgelerde Dersim’deki 50 kadar aşiretten özellikle altı aşiret için (Hasenan, Abasan, Kureyşan, Hayderan, Demenan, Yusufan aşiretleri) için eşkıya, şaki, sergerde, cahil dağlı, asi gibi ifadeler kullanılmış. Ancak şunu belirtelim ki, Osmanlı belgelerinde Çukurova, Antakya, Maraş, Sivas bölgelerindeki pek çok Türkmen aşiretinden de “eşkıya”, “şaki”, “asi” diye bahsedilir. Hatta, 1864 yılında Ahmet Cevdet Paşa’nın yönetimindeki Fırka-i İslahiye, sırf bu aşiretleri terbiye etmek, olmazlarsa dağıtmak için kurulmuştu. Ama bugün çoğu kişinin kafasında Türkmenlerle ilgili olumsuz bir imge yoktur değil mi?
Cumhuriyet dönemi belge ve raporlarında ise sanki tüm Dersim aşiretleri eşkıyalıkla iştigal edermiş gibi bir algı oluşturulmuş. Bir an için bu toptancılığı görmezden gelelim ve tüm Dersim halkının çocuklar, kadınlar, yaşlılar da dahil eşkıya, şaki, sergerde, asi olduğunu kabul edelim. Bir düşünün bakalım, niye eşkıyalık yapıyorlardı?
İlk olarak, Dersim yüzde 80’i tarıma uygun olmayan meşe türü ağaçlarla kaplı dağlık alanlardan oluşur, yılın sekiz ayı kıştır. Dersim’in dış çeperlerindeki bazı madenler ise hem devletin ilgisizliği hem de eşkıyalıkla iştigal eden aşiretlerin madenlerde çalışanlara rahat vermemesi yüzünden zamanla kapanmış. Ama açık olsalar da bölgeyi doyuracağı şüpheli. Sonuç: ağır bir yoksulluk.
“Eşkıyalığın nedeni fakirlik ve ihtiyaçlardır. (…) Evvela, genel ihtiyaçların giderilmesi lazımdır.”
Bu sözler, 1899 yılında Müşir Şakir Paşa tarafından sarf edilmiş. 1903 yılında, Dersim Mutasarrıfı Arif Mardinî Bey de: “Dersimlilerin saldırma alışkanlıkları hayat kaygusundan doğmuştur” diye yazmış.
1906 yılında Arif Bey’in halefi Celal Bey de:“Birkaçı hariç Dersim’deki aşiret ağaları Anadolu’nun diğer bölgelerindeki derebeyleri gibi zengin olmayıp, bu ağaların dahi halk gibi fakirlik ve yokluk içinde (…) Aşiretler, biri hariç yaptıkları tecavüzler dolayısı ile yekdiğerine karşı uyanan emniyetsizlik ve geçimlerini sağlamaya esas olan hayvanlarının muhafaza kaygusu ile silahlanmışlardır. Mal ve can kaygusu devam ettiği müddetçe bu silahlanma devam edecektir” demiş.

Kâzım Karabekir 1908’de bir asker olarak konuyu bir asayiş meselesi gibi görse de raporun bir kısmında: “Ekilebilir arazinin yetersizliğinden ötürü ahali diğer yerlerde olduğu gibi kendi ekip biçtikleriyle geçinemediğinden, zanaat ve ticaret de olmadığından, tabiatın bu noksanını hırsızlık ve haydutlukla telafi yoluna gitmiştir. Ürün devşirme eksikliği yüzünden önce hükümete olan vergi borçlarını verememişler ve buna karşı jandarma takibatında dağlara sığınmışlardır” demiş.
I. Dünya Savaşı yıllarındaki kıtlık, açlık, sefaletin bölgede diğer yerlerden daha şiddetli hissedildiğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Nitekim 18 Kasım 1920 tarihinde TBMM kürsüsünde Dersim Milletvekili Hasan Hayri Bey benzer şeyleri söyler: “Malûm-ı âliniz Dersimliler öteden beri aç bir millettir. Çünkü seneyi sekiz ay hariçten mütemadiyen satın almak vesaire suretiyle idare ediyorlar ki maatteessüf hırsızlığın ve eşkıyalığın sebebi bu yüzden hâsıl olur. (…) Meselâ bugün Dersim’i ne kadar cezalandırsanız ne kadar öldürmüş olsanız yine açtır ve idaresizdir. Yine o hırsızlığı yapacaktır. Bunun bütün kökünü mü kesmek lâzım, mektep mi lâzım, idare mi lâzım, ne lâzım? Hükümet vazifesini ifa etsin. Ondan sonra cezaya çarpsın.”
1926 yılında Vali Cemal Bey (Bardakçı) raporunda aynı şeylerden bahseder: “Üç beş kişi hariç, ağalar ve reisler de dahil tüm Dersimliler müthiş bir fakirlik içinde çırpınmaktadır. Gasp ve yağmaların sebebi yaşamak hissi ve endişesidir. (…) Dört yüz seneden beri Dersim’e hükümet nüfuzu girmemiştir. (…) Her Dersimli hayatını, malını muhafaza kaygısı ile silahlanmak mecburiyetinde kalmıştır. (…) Dersimlilere geçinmeleri için iş bulmak lazımdır…”
Dersim’e Devlet Girememiş midir?
Cemal Bardakçı gibi pek çok kişinin diline pelesenk olmuş “devlet dört yüz sene Dersim’e girememiştir” yargısı da yanlıştır. Dersim’in dağlık coğrafyası bölgeye devletin girişini zorlaştırmıştır ama bu devletin Dersim’e girmediği anlamına gelmez.
1879 yılında oluşturulan ve Osmanlı döneminin sonuna kadar Mamuratülaziz Vilayeti’ne bağlı olan Dersim Sancağı’nın merkezi Hozat’tır. Kazaları: Çemişgezek, Ovacık, Pertek, Sağman, Çarsancak, Kalan, Kuzican (Pülümür), Kızılkilise (Nazimiye), Mazgirt, (1888’den sonra) Pah’tır. Merkezde ve kazalarda diğer vilayetlerdeki her türlü idari mekanizma kurulmuştur.
Peki devlet Dersim’e giremese, devlet şu bilgileri nasıl elde edebilirdi: 1897’de Dersim’in nüfusu 98.712 Müslüman, 210 Rum, 14.757 Ortodoks, 314 Protestan ve 1 Yahudi olmak üzere 113.994 kişidir. (1914’te daha ayrıntılı nüfus bilgileri var ama aktarması zor olduğu için söylemekle yetiniyorum.)
Cumhuriyet dönemine geçelim. 1927 Nüfus Sayımı’na göre, Dersim’de 76.290 kişi yaşamaktadır. Bu nüfus ilçe ilçe, cinsiyete ve yaş gruplarına, medeni duruma, inanca, konuşulan dillere, eğitime göre ayrıntılı biçimde tablolanmış. Daha ilginci, 1927’de Dersim’in tüm ilçelerindeki sakatlar (çolak, topal, kör, sağır–dilsiz, kambur ve diğer başlıklarıyla) ayrıntılı biçimde dökülmüş. (Bilgiler Savaş Sertel’in makalesinden.)
Veya JUK (Jandarma Umum Kumandanlığı) Dersim’deki gibi her aşiretin kaç kadını, kaç çocuğu, kaç koyunu, kaç keçisi, kaç katırı, kaç merkebi, kaç tavuğu var, her köyde kaç silah, ne kadar cephane var bunları adet adet sayabilir miydi? (S. 83–125)
Dersimliler Askerlik Yapmazlar mıydı?
Bakaya ve yoklama kaçağının geçen yıl 650 bine ulaştığı (1 milyona kadar çıktığı oldu geçmiş yıllarda) ülkemizde 80 yıl önce Dersimlilerin askerden kaçması nedense çok garipsenir. Üstelik diğer bölgelerde askerlik yapma oranları hakkında herhangi bir bilgi sahibi olunmadığı halde…
Klasik dönemde devlet genel olarak Kürtleri, özel olarak da Alevi/Kızılbaşları düzenli olarak askere almamış ama Dersim özelinde Çemişgezek ve Hozat beylerinin kumandasındaki birliklere gerektiğinde başvurmuş. Öyle ki 19. yüzyılda 5 bin kişilik bir ordu, sürekli silah altında olmuş.
II. Abdülhamit döneminde kurulan Hamidiye Alayları’na Dersimliler Alevi/Kızılbaş diye alınmadılar ancak aşiretlerin ısrarı üzerine Karabalı, Ferhatan, Sarı Saltık, Abasanlı aşiretlerinden dokuz çocuk Hamidiye Aşiret Mektebi’ne kabul edildi. Az da olsa Harbiye ve Mülkiye’de okuyan Dersimli çocuk vardı.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Seyit Rıza’nın birlikleri Ruslara karşı Dersim’i savundu diyen anlatılar da var, Ruslarla işbirliği yaptı diyen de var. Bu yüzden bu konuyu geçiyorum.
Cumhuriyet dönemine gelince, Jandarma Umum Kumandanlığı’nın 1932 yılında 100 adet basılan ve sadece ilgililere dağıtılan gizli raporuna göre (bundan böyle JUK Dersim diyeceğim), 1931’de Ovacık ve Hozat’ta askere gitme oranı %10, Nazimiye’de %25 gibi çok düşük ama Mazgirt’te %60, Pertek ve Çemişgezek’te %80’ler civarında. (S. 6)
Dersimliler Siyasete Katılmazlar mıydı?
Dersim’in 1908’de ikinci kez açılan Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndaki temsilcisi Dersimli Lütfi Fikri Bey’di. 1920’de Ankara’da açılan (T) BMM’ye Dersim’i temsilen altı kişi (Abdulhak Tevfik Bey, Diyab Ağa, Hasan Hayri Bey, Mustafa Ağa, Mustafa Zeki Bey, Ramiz Bey) katıldı. Bunlardan Diyap Ağa dışındakiler eğitimli kişilerdi.
Hasan Hayri Bey, 1920 yılında, meclis kürsüsünde Dersim halkının Cumhuriyet’i nasıl benimsediğini sadeleştirilmiş dille şöyle anlatıyordu: “Dersim şimdiye kadar hükümetin idaresine karşı sürekli çekingen duruyordu. Bu son mütareke neticesi (…) en kuvvetli oldukları dönemlerde bile hiçbir hükümete boyun eğmeyen Dersim, kongrenin teşekkülü üzerine, kongreyi meşru sayarak doğrudan doğruya himayesine kendisini attı.” (TBMM Zabıtları, Cilt 5, s. 128)
Ancak 1923’teki İkinci Meclis’te Dersim’i iki milletvekili temsil eder. Bunun muhtemel nedeni 1921’deki Koçgiri Ayaklanması idi. (“Sene 1921, Koçgiri İsyanı, Alişer ve Zarife”, yazımı okuyabilirsiniz)
Merkez Dersim’le arasına mesafe koyuyordu ama, 1925’te Şapka İktisası (Giyilmesi) Kanunu çıktığında, devlete muhalif olduğu söylenen Seyit Rıza başına fötr şapkayı geçirmekte tereddüt etmemişti. 1925’te Şeyh Said’in ayaklanmasına Dersimliler destek vermemişti. 1926’da Koçuşağı Tedip Harekâtı sırasında, Seyit Rıza’nın birlikleri bir süre de olsa, devletin yardımcısı olarak katılmıştı.
Seyit Rıza’nın devletin şüpheli bakışlarından kurtulmak için Elazığ’da yerleşik hayata geçme önerisi, 1926 yılında Elâzığ Valisi Cemal (Bardakçı) döneminde uygun görülmüş, başta Seyit Rıza olmak üzere ağa ve seyitlere arazi ve ev vererek aileleri ile beraber Elazığ’da iskânları sağlanmıştı.
Ama 1929’da Cemal Bey, I. Umum Müfettiş İbrahim Tali Bey ile anlaşamayarak Çorum’a tayin edildiğinde, yerini alan Nizamettin Bey’in ilk işi Cemal Bardakçı’nın başlattığı iskân işlemlerini iptal etmek olmuştu. Bunun üzerine, arazi ve evleri geri alınan Seyit Rıza ve diğer ağa ve seyitler Dersim’deki köylerine geri dönmek zorunda kalmışlardı. Muhtemelen gururları çok kırılmış biçimde…
Dersimliler Vergi Vermezler miydi?
Bugün her 100 liralık gelirin 82,5 lirasının beyan edilmediği güzel ülkemizde, “ama Dersimliler vergi ödemiyorlardı, bu yüzden harekât haklıydı” denmesi gerçekten garip bir durum. Ama işin daha ilginç yanı şu ki, Dersimlilerin devlete vergi vermediği doğru değil!
Osmanlı dönemindeki sayılarla kafanızı şişirmek istemiyorum, sadece şunu söyleyeceğim: Sadece Dersim değil, zengin Seyhan (Adana) Vilayeti de merkeze vergilerini tam olarak vermezdi.
Cumhuriyet dönemine ilişkin olarak bulduğum sayılar ise, 1939–1946 arasında CHP’nin Bingöl ve Tunceli Milletvekili, 1950–1954 arasında DP’nin Doğu Vilayetlerinden sorumlu parti müfettişi olan Necmettin Sahir Sılan’ın 1943 yılında Doğu Vilayetleri hakkındaki son derece ayrıntılı raporundan. Sılan’a göre 1936 yılında Tunceli iline 148.721 lira vergi tahakkuk ettirilmiş, bunun 138.540 lirası tahsil edilmişti. Tahsil oranı %93,15’ti. 1937’de bu rakamlar sırasıyla 205.232 lira, 197.048 lira, %96,01; 1938’de 262.473 lira, 250.425 lira ve %95,40 oldu. (S. 298).
Yani devletin Tunceli’den almayı planladığı verginin neredeyse tamamı tahsil edilmişti. Ama devletin Tunceli’ye yaptığı yatırımların yanında bu verginin düşük olduğunu söylerseniz, onda haklı olabilirsiniz. Ama neylersiniz ki, yukarıda uzun uzun anlatıldığı gibi Tunceli çok fakir bir vilayetti, daha fazlasını almak mümkün değildi.
Öte yandan Türkiye’nin zengin sayılacak bölgelerindeki vilayetlerin durumları daha parlak değildi. Hatta daha kötüydü. Örneğin İsmet İnönü’nün Şark Raporu’ndaki Ordu vilayeti ile ilgili şu ifadelere bakın: “Geçen sene vilayet hususi idaresi yüzde kırk beş (vergi) tahsil etmiş, belediye de böyle. Dört beş sene evvelki ilbay (vali) köprüleri borçlanmış, ondan sonra gelenler hep bu borcu ileri sürerek vazifeyi bırakmışlar. Yüzde kırk beş tahsilat ile bütün mekteplerin kapanması lazım gelirdi. Aciz ve fena idare amirlerinin faydasız değil, çok zararlı olduğunu bir daha görmüş oldum.” (S. 52)
Bugün kimsenin çıkıp da “Ordu vilayeti vergi vermezdi” şeklinde bir ifade okumuş olduğunuzu sanmıyorum…
Dersimliler Eğitime Karşı mıydı?
“Halk cahil olduğu için telkine çok müsaittir…” (Tan, 17 Haziran 1937)
“Domatesi bilmiyorlar, gösteriyorsun ‘ne güzel çiçekmiş’ diyorlar.” (Tan, 3 Temmuz 1937)
“Ahali çok cahil olduğu için bu yobaz eşkıya reislerin adeta kölesi gibi yaşamaktadırlar.” (Yeni Köroğlu, 23 Haziran 1937)
“Tabii ormanlar, şelaleler, büyük nehir ırmak ve derelerle tezyin edilmiş olan bu muhitin tek günahı, cahil ve cehalet neticesi günahkâr insanlarla meskûn olmasıdır.” (Cumhuriyet, 27 Haziran 1937)
O günlerin gazetelerinde geçen bu ifadelerde “Dersimlilerin cahilliği” iddia edilmekle kalsa iyi, yazarlar Dersimlilerin adeta cahilliğe müptela olduğunu hem Osmanlı döneminde hem de Cumhuriyet döneminde eğitim almaya direndiklerini iddia ediyorlar.
Halbuki İzzettin Çalışlar, Dersim Raporu’nda:
“Osmanlı döneminde 1891’de 170 talebeli altı medrese, 750 talebeli 9 ilk mektep vardı. 1935’te Tunceli ili kurulduğu zaman il genelinde 18 ilk mektep vardı, talebe sayısı 1412’dir. 1936 yılından itibaren köylerde bile okullar vardır” diyor; ilkokulu olan sekiz yerleşim sayıyor.
Evet, bu sayılar çok yetersizdir. Nitekim 1927 Nüfus Sayımı sonuçlarına göre Dersim’de okur yazarlık oranı %2,89 civarındaydı. Türkiye ortalaması olan %8,16’nın çok altında bu oran. 1935’te General Alpdoğan’ın idaresi altındaki Tunceli, Elazığ ve Bingöl’de okul çağındaki çocukların okula gitme oranı ise %12,5’tur. Diğer bölgelere ait rakamları bulamadım. Diyelim ki en düşük oran Tunceli’de olsun. Ama bunun temel nedeni, Dersimlilerin okula karşı oluşları değil, devletin ihmaliydi.
İzzettin Çalışlar sekiz okul saymış, bunlara Cumhuriyet döneminde kaç tane eklendiğini bulamadım ama bazı yerlerde ilkokul olduğu ama tek sınıflı olduğu, çok az yerde ortaokul ve lise olduğu, öğretmen açığının büyük olduğuna dair bolca anlatı var. Tunceli’nin merkezini oluşturan Mameki’ye bile okul 1940’ta yapılmış. Alpdoğan Paşa’nın Umum Müfettişliğe yazdığı mektuplarda bu sorunu aşmak için merkezden tahsisat istediğini görüyoruz ama eğitime ayrılan tahsisat, kışla yapımına ayrılanın yanında devede kulak kalmış.
Çare Katliam ve Sürgün müydü?
Hadi diyelim, asırlardır idarenin tüm sorumluluğunu bir kalemde sildiniz, unuttunuz, tüm suçu bölgenin gariban halkına yıktınız… Bu duruma çare diye sunduğunuz şey nedir?
Jandarma Umum Kumandanlığı raporuna göre Osmanlı döneminde, “tedbir” olarak akla gelen bölgeye askerî harekât yapmaktır. En önemlileri 1907’de Neşet Paşa, 1908’de Neşet Paşa ve Mehmet Paşa, 1909’da İbrahim Paşa, 1916’da Galatalı Şevket Bey yönetimindekiler olmak üzere 11 harekâtın maliyetini 1936 yılında General Alpdoğan 8.800.000 lira olarak açıklar. (Umumi Müfettişler Toplantı Tutanakları, s. 145)
Bu çok büyük miktarı devlet bölgeye yatırım yapmaya harcasaydı, Cumhuriyet dönemine daha müreffeh bir Dersim devredilebilirdi muhtemelen.
Harekât 1926’dan Beri Planlanıyordu
Şimdi de Cumhuriyet döneminin “tedbirlerini” öğrenelim:
Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, 1926’da hükümete sunduğu raporda (sadeleştirilmiş Türkçeyle) şöyle demişti: “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin bir işlem yapmak ve üzücü ihtimalleri önlemek, memleketin selameti için mutlaka lazımdır (…) Mektep açmak, yol yapmak, refahı temin edecek fabrikalar kurmak (…) özetle yurtlandırma ve medenileştirme yoluyla [bölgeyi] ıslaha çalışmak hayalden başka bir şey değildir…” dedikten sonra alınacak tedbirleri şöyle sayıyor:
- Mayıs ve Haziran aylarında bir tarama harekâtı düzenleyerek bölgedeki silahları toplamak;
- Şeyh, bey, ağa namlı kişileri uzak vilayetlere sürmek;
- Ahaliyi kendine yeter hale getirmek için arazi ve tohumluk vermek, madenleri işleterek halka iş ve para bulmak;
- Sürülenlerin yerine Türkleri iskân etmek, okullar açarak halkın “Türklük his ve terbiyesi”ni almasını sağlamak, bölgeye 25 yıl boyunca “mefkureci” memurlar göndermek suretiyle bölge Kürtlerini Türkleştirmek… (JUK Dersim, s. 198–201)
1930’da Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali (Öngören) izlenecek yöntemi şöyle açıklamış:
“A) Bütün Dersim’in hariçle münasebetini kat ederek (keserek) taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya icbar (zorlamak) ve şu suretle Dersimi fenalardan tahliye.
B) Her tarafı esaslı surette kapadıktan sonra ihata çemberini tedricen darlaştırmak ve fenalıklardan dolayı yakalananları derhal Dersim’den çıkarak Garba atmak ve serpiştirmek.” (JUK Dersim, s. 206)
Erkân-ı Harbiye Reisi Mareşal Fevzi (Çakmak) Paşa ise daha açık konuşmuş:
“1) Dersim’de bugünkü vaziyetin idamesi tehlikelidir. Bu vaziyet Dersimlinin maneviyatını takviye etmektedir.
2) Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silahlı Kuvvetler’in müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder.
3) Dersim evvela koloni gibi nazarı itibara alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır.” (JUK Dersim, s. 219)
Uygulama 1934’te Başladı
14 Haziran 1934’te Türkiye’yi etnisite esasına göre 3 bölgeye ayıran 2510 Sayılı İskân Kanunu çıkarıldı. (“1934 İskân Kanunu ve Kürtler” yazım için bkz.)
Yasaya göre Dersim yasak bölge olarak tanımlandı. Türkçe konuşmayan ve Türk olmayanların, iskâna uygun Türk köylerine serpiştirilerek yerleştirilmesi için listeler hazırlandı.
25 Aralık 1935 tarihli 2884 sayılı Tunçeli (Tunç Eli) İlinin İdaresi Hakkındaki Kanun çıkarıldı. Kanun uyarınca Elâzığ, Tunçeli, Erzincan ve Bingöl’ü içeren Elâzığ merkezli 4. Genel Müfettişlik kuruldu. Başına Sakallı Nureddin Paşa’nın damadı Abdullah Alpdoğan Paşa getirildi.
Dersim’in Amutka, Kahmut, Karaoğlan, Sin, Haydaran, Danzig ve Pah gibi stratejik merkezleri bucak yapıldı. Bu bucaklara birer karakol inşaatına başlandı. Elazığ’da bir İstiklal Mahkemesi kuruldu. 1936 yılında, adli kayıtlara geçen 3.700 suçludan silahlarını teslim etmesi istendi, bunlardan 2.000’i silahlarını teslim etti ancak Alpdoğan Paşa bunla tatmin olmadı, tedbirleri artırdı da artırdı, sonunda Dersim bir açık hava hapishanesine döndü.

Amaç Dersim’i Homojenleştirmekti
Olayların kronolojisi, “20/21 Mart 1937’de 33 askerimiz şehit edilince Dersim’e harekât yapıldı” yalanını açığa çıkarmıyor mu sizce? Böyle bile olsa cinayetleri işleyen kişileri cezalandırmak yerine, 2011 yılının Kasım ayında Tayyip Erdoğan’ın bizzat basına gösterdiği Jandarma Umum Kumandanlığı belgesinden bir kez daha teyit edildiği gibi 1938 yılının sonuna kadar on binlerce askerin katıldığı harekâtlarda 13.806 kişinin öldürülmesi, 11.163 kişinin sürülmesi mi gerekiyordu?
Veya bir bölge vergi vermiyor, askerden kaçıyor diye kadınıyla, çocuğuyla, yaşlısıyla toptan cezalandırılabilir mi?
Hükümet Güçlerinin Kaybı Neydi?
Bu arada mutlaka merak etmişsinizdir: Hükümet kuvvetlerinin zayiatı nedir diye. Açıklayayım:
Başbakan İnönü, 17 Eylül 1937 günü Meclis’te yaptığı konuşmada, Pah Köprüsü olayı ile Seyit Rıza’nın teslim olduğu 10 Eylül 1937’ye kadar süren I. Dersim Harekâtı’nın bilançosunu şöyle açıklamıştı:“Şimdi size, Tunceli’ndeki vaziyetin bugünkü halini arz etmek isterim. Cumhuriyet’in imar ve ıslah programına muhalefet eden, nüfusları az olmakla beraber, altı aşirettir. Bugün bu altı aşiretin ne kadar adamı varsa, bunlar reisleriyle beraber faaliyet imkânından tamamen mahrum bırakılmıştır. (…) Buna göre 1 subay, 28 er ve bir bekçi şehit, 4 subay, 46 er ve bir bekçi de yaralıdır. İsyana iştirak eden zavallılardan zayiat ise 265 maktul ve 20 yaralı, 27 kişi yakalanmış ve 849 kişi de teslim olmuştur. Bilerek bilmeyerek muhalefet yoluna sapıp kanunların şiddetli tedibatına maruz kalmış olarak hayatlarını kaybedenler hakkında da Büyük Millet Meclisi’nin teessürlerini ve bunun diğer vatandaşlara ibret olmasını temennileri ifade ediyorum.”
Görüldüğü gibi, bu konuşma bile “33 er öldürüldü” iddiasını yalanlamakta.
1938’in Ocak ayında Ovacık ilçesinde asker kaçaklarının izini süren jandarma birliklerine ateş açılması ve yedi jandarmanın öldürülmesi üzerine alındığı ileri sürülen ve 16 Haziran 1938’de başlayıp 16 Eylül 1938’de bitirilen II. Dersim Harekâtı sırasında, 13.806 kişiyi öte dünyaya gönderen hükümet güçleri 104 şehit, 175 yaralı vermiş. (S. 252)
Sayılar arasındaki asimetri de “isyan mıydı, imha mıydı?” sorusuna bir cevap aslında.
Bu korkunç katliamın Dersimlilerin devlete tabi olmaması yüzünden değil, tabi olmakla kalmayıp aynı zamanda Kürtlüğünden, Zazalığından, Ermeniliğinden, Aleviliğinden, Dersimliliğinden de vazgeçerek “tek millet, tek dil, tek din” şemsiyesi altında toplanmaya direndikleri için olduğunu hâlâ anlamayanlar varsa, demek ki daha çok yazmamız lazım…
Özet Kaynakça:
Mahmut Akyürekli, Dersim Kürt Tedibi 1937-1938, Kitap Yayınevi, 2011.
Kemal Ömer Ağar, Tunceli-Dersim Coğrafyası, Türkiye Basımevi, 1940.
Alişan Akpınar, Osmanlı Devletinde Aşiret Mektebi, Göçebe Yayınları, 1994.
Tanju Cılızoğlu, Kadre Bizi Una Değil Üne İtti, İhsan Sabri Çağlayangil’in Anıları, Güneş Yayınevi, 1990.
İzzeddin Çalışlar, Dersim Raporu, İletişim Yayınları, 2010.
Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar, Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Başkanlığı Genelkurmay Basımevi, 1972.
Doğu Anadolu’da Toplumsal Mühendislik, Dersim-Sason (1934-1946), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010.
“Doğu Sorunu” Necmeddin Sahir Sılan Raporları (1939-1953), derleyenler: Tuba Akekmekçi, Muazzez Pervan, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010.
Taha Baran, 1937-1938 Yılları Arasında Basında Dersim, İletişim Yayınları, 2014.
Savaş Sertel, “Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Genel Nüfus Sayımına Göre Dersim Bölgesinde Demografik Yapı”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. 24, S. 1, s. 269-282.
Bedriye Poyraz, “‘Cesaret Et, Hatırla!’: Dersim 1938 Tertelesi”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 68, No. 3, 2013, s. 63-96.
Ayrıca benim şu yazılarıma bakılabilir: “Dersim’i bombalayan Sabiha Gökçen mi, Hatun Sebilciyan mı?”, “Avar ne olur kızımı götürme!”
