Artık herkes görünür olmak istiyor. Kendini göstermek, var olmanın en güçlü biçimi haline geldi. Dijital çağ, insanın içsel sesini değil, dışsal görüntüsünü kutsadı. Kendini göstermeyen, yok sayılıyor. İçinde ne taşıdığın değil, nasıl göründüğün önem kazandı.
Bu yeni düzende insan, özünü değil, imajını büyütüyor. Kendine yabancılaşma artık sadece psikolojik değil, sistematik bir hal aldı. Toplum bireyi alkışladığı kadar, birey kendini değerli hissediyor. Oysa alkış, varoluşun değil, performansın ödülüdür. Ve performans, insanın iç dünyasını beslemez; tam tersine, tüketir.
Jean Baudrillard, “gösteri toplumunda gerçekliğin yerini imaj alır” derken aslında bugünü anlatıyordu. Gerçek duyguların, samimi üretimlerin, sessiz düşüncelerin çağında değiliz. Artık sesin değil, yankının değeri var. Kendini göstermek, bir tür varlık kanıtına dönüştü. Ve bu gösterme çabası, içsel boşluğu derinleştiriyor.
Bir zamanlar insan düşünceleriyle var olurdu, şimdi görünürlüğüyle ölçülüyor. Kürt aydını, sanatçısı ya da entelektüeli için bu durum iki kat daha yıkıcı. Çünkü hem kendi toplumunun görmezliğine hem de küresel sistemin gösteriş kültürüne maruz kalıyor. Kendi toplumunda fark edilmeyen üretim, küresel arenada da “pazarlanabilir” olmadığı sürece görünmez kalıyor. Böylece birey hem içeride hem dışarıda görünmezliğe mahkûm ediliyor.
Bu görünürlük çağında, insan artık kendi iç sesini duyamaz hale geldi. Bir fotoğraf, bir paylaşım, bir etiket — hepsi birer “ben buradayım” çığlığı. Ama o çığlık, giderek yankısızlaşıyor. Çünkü herkes bağırıyor, kimse dinlemiyor. Ve insan, sesini duyuramamaktan çok, kendi sesini unutmanın sessizliğinde kayboluyor.
Gölgesiz Adam
Kapı arkasında son ana kadar durdu, nefesini tuttu. Bir adımı içeride, biri dışarıdaydı. Karşıladılar onu; ellerinde birkaç demet çiçekle, son direncini gösteren ailesi. Daha düşüncesini toparlamadan; öpmeye, ağlamaya, alkışlamaya başladılar…
Sonra dizilip pozlar verdiler.
Beklediğinden başkaydı dışarısı.
Bir zamanlar hayalini kurduğu mavi ve sonsuz gökyüzü, griydi. Rüzgâr, göğsüne vurmuyor, serinliğini iliklerine dek hissetmiyordu.
İlk adımı attığında titredi. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diye düşündü. “Hiçbir hayal gerçekleşmeyecek…!
Bir daha görürüm diye uykuya daldığı rüyaları hatırladı… Hani o bir daha asla göremediği rüyaları.
Dünya hareket ediyordu.
Onun bedeni dışarıda ruhu içerideydi. Geçmişsin, şimdinin ve geleceğin ağırlığı omuzlarındaydı.
Günler geçti. Tanımadığı yeni akrabaları doğmuş, büyümüş çoluk çocuğa karışmış olarak karşılamaya geldiler onu.
Her yer ses, her yer ışıktı. Otuz iki yıl sonra duvarların dışında, gözlerini kamaştıran şey güneş değil, ışıkların fazlalığıydı.
Her yer ışıyordu ama hiçbir yer aydınlık değildi.
Genç yıllarında sabahın serinliğini koklayarak başladığı dünya, şimdi ekrandan bakıyordu ona.
Yüzler, sesler, görüntüler…
Yürüdü. Dokuz adım sonra istemsizce geri döndü. Utandı. Bir sebep aradı. Kaç kez yapmıştı bunu? Volta değil, düz yolda yürümeye alışmalıydı.
Bir kafeye girdi. Çay istedi. Bildiği tek içecek çaydı.
Yan masada üç genç telefon ekranlarına gülüyordu. “Burada herkes birbirini görüyor,” diye düşündü, “ama kimse kimseye bakmıyor.”
Birlikte cezaevine girdiği arkadaşlarını düşündü. Hiçbir şey eskisi gibi değildi.
Kendini kaybetmişti; artık ne içerideydi ne de dışarıda…
Güldü, üzüldü. Kalktı yürüdü. Dokuz adım sonra yeniden geri döndü. Başını kaldırıp güneşe baktı. “Ey Şamaş!” Gözleri kamaştı. Önüne baktı. Gölgesi yoktu. Etrafında döndü, bulmaya çalıştı, yoktu!

Hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı…
Farkındalık…