Ergin Doğru
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Bölge Haberleri
  4. Tunceli Haberleri
  5. 38’de Dersim Tanrının Yeryüzündeki Cehennemiydi…

38’de Dersim Tanrının Yeryüzündeki Cehennemiydi…

featured
38’de Dersim Tanrının Yeryüzündeki Cehennemiydi…

Bu metin, Dersimli şair ve yazar Fadıl Öztürk’ün yıllar önce kaleme aldığı, 38’in ağır yükünü taşıyan en çarpıcı yazılarından biridir. Kendisini saygıyla anıyoruz.

Yazıyı bize ulaştıran Ergin Doğru, “unutulmasın” diyerek gönderdi. Biz de unutmamak ve unutturmamak için yayımlıyoruz.

Fadıl Öztürk

38’de Dersim tanrının yeryüzündeki cehennemiydi…
Kaçarken geride bıraktıkları ölülerden öğrendik. Alınlarını taşıyan kaşlarıyla aynen bize benziyorlardı. Yüzleri vardı, anneleri tarafından öpülmüş çocuk yüzleri…

Biz o yüzde suda yaşayan insanlardık; dağlar solungaçlarımız, kuşlar hava kabarcığımızdı. Bir gün Ankara’dan o suyu kuşatmaya geldiler… İmparatorlukları suda erimiyor, örste dövülmüyordu. Dualarımıza sığındık; öfkeleri insafın sınırlarını bile aşıyordu.

Kandan bir gömleği geçirip gencecik insanların bedenlerine, “Gidin öldürün, ölün!” diyorlardı. Bizi kendilerine benzetip kanlıları yapmak istediler.
Olmadık.
Yeri gelince yaralarını yaramız gibi sarıp geri gönderdik onları…

Kadın, çocuk ve yaşlılar olarak çekildik meşe yapraklarının altına.
Kar tutan, bulutu başına bağlayan ama öfke tutmayan dağların insafına sığındık. Dağların eteğinden tutunmuş biz ‘zavallıları’ ne ziyaretler ne de dağlar kurtardı. Tanrısı terk edilmiş kullar olarak, çocuklarımızın ölüsünü gözyaşlarımızla yıkadık…

Kardeşin Mezarını Kazmak

Kaçarken geride bıraktıkları ölülerden öğrendik.
Alınlarını taşıyan kaşlarıyla aynen bize benziyorlardı. Annelerinin öptüğü çocuk yüzleriydi bunlar. El, ayak parmak sayımız birdi. Bazılarının parmaklarında yüzükleri vardı; geri dönmezlerse ardından ağlayacak sevgilileri olduğunu tam orada anladık.
Yüzlerini gün doğumuna çevirerek, ölülerimiz gibi, o yüzükleriyle gömdük onları…

Bir farkımız vardı onlardan:
Bizim parmaklarımız hayata, onların parmakları bir emirle tetiğe uzanıyordu.
Damarlarında dolaşan kan bizim damarlarımızdan akanla aynı renkti. Bir anne sütüyle büyütmüştü onları; annelerimizin sütü gibi bembeyaz…

Ama devlet ölüme yolluyordu onları. Orada kendi kardeşlerimizi gömer gibi acıyla gömdük.
Perşembe’nin boynu akşama eğilip karanlık dünyamıza çökerken, mezarları gören pencerelerimize bütün ölmüş ve öldürülmüşler için bir mum yaktık. Acı bizi, biz insanlığımızı hiç terk etmedik.

Kuşların yurdu gökyüzüydü; gece yerini yıldızlara bırakırdı.
Işıkla kuşlar arasında mutlaka bir ilişki vardı — anne ile oğul arasındaki gibi doğal bir ilişki… Ama insanla toprak arasındaki ilişki neden ölümdü? Neden ölüm bu kadar karanlıktı tanrım?..
İndirilen bütün kitapların satır aralarında mezarlar varken, biz onların tersine yüzümüzü ışığa dönmüş, ateşi hiç söndürmemişken; bedenlerimizi ruhumuz gibi kötülükten arındıran nefisken…

Neden kimse imdat çığlığımızı duymadı?
Neden sesimiz ateş değil, kül olup döküldü?..

Ya Düzgün Baba!
Ya Munzur Baba!
Ya Sultan Xıdır…

Neden bizi kendi yurdumuzda terk ettiniz?
Bir başka yurdu istilaya mı gittik?
Bir başka diyarı esir edip kılıçtan mı geçirdik?
Neden?..

Hayat bir gömlekti üstümüzde; canımızdan dokunmuş ipekten bir kumaş…
Oğullarımızın acısıyla soyunduk ölüm ölüm, çıplak kaldık.
Kızlarımızın kendini suya atmasıyla yıkadık ağıtları;
Çıt çıkmasın diye emdikleri memeye başları bastırılarak boğuldu bebelerimiz…
Şarkılarımızın gözyaşlarından yapılmış olması bundandır…

Susun!..
Çıt çıkmasın!..

Kalbinizi durdurun; nefes alışınızı ölüm duyar!
Susun!..
Xude, sana sığınmıştık; dağına, taşına…
Niye?..
Bilirim, sana karşı nefreti büyütürsem ot bitmez, çöl olur yüreğim. Annelerin sütü geçiyor önümüze. Bilirim, mevsim değişecek… Ve sen bir çiçeğe yeniden hayat verirken, oğul ve kızlarımızın bedeninden kurşunu alıp onlara yeniden hayat veremeyeceksin.

Bu kimin acısıdır bize giydirdin?
Bu kimin şivanıdır getirip kapımıza döktün?..
Derdimdir, yaktı beni…
Görmedin, duymadın.
Bilmem nedendir bizden yüz çevirdin…

Senin indiğin yerden çıkıp katına varsam, figanım hiçbir kuşu ürkütmeden dalından; sadece senin duyacağın biçimde, bir dua fısıltısıyla…
Söyle!
Yolunda yalın ayak yürüdüğüm; bu nasıl bir Kerbela?..
Yalvarırım, beni dilsiz bırakma!..

Seyid döndü ve dedi ki:
“Eyvah! Artık otlar, çiçekler de aleyhimde şahitlik ediyorlar.
Çocuğunu dişiyle taşıyan ana, benden teslim olmamı bekleme.
Kurtulacağınızı bilsem, o an yıkanır, bembeyaz bir kefen giyip öyle gider veririm hesabımı ulu divana…
Değil!
Dünya artık nimet değil, eziyettir bana.
Biliyorum, akıbetim ip olacak, ben zavallı Rızo’ya…”

38’de Dersim tanrının yeryüzündeki cehennemiydi…
Ey tanrı!..
Bizi dağların kavmi olarak verdiysen yeryüzüne, neden dağların da senin gibi yüz çevirdiler bize?..

38’de Dersim Tanrının Yeryüzündeki Cehennemiydi…
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir