Sömürge toplumlar yaşadıkları travmatik olaylar sonrası, oldukça yaygın posttravmatik stres bozuklukları yaşarlar. Derin yalnızlık hissi ve ona eşlik eden özgüven yitimi sömürge insanını esir alarak kararsızlıklara, ikircikli ruh hallerine yol açar.
Sömürge toplumlar “kuşkulu toplum”lardır. Kuşkulu yapıları, iç dinamikleri kadar, aidiyet duygusu ve özgürlük eğilimlerinin zayıf oluşundan kaynaklanır. Ne yöne bakacakları, neye evirilecekleri, olaylar karşısında nasıl bir tutum alacakları kuşkuludur. Birbirinden farklı ve çelişik tepkiler vermeye yatkındırlar. Kestirmek zordur.
Böyle toplumlarda birey, kendi habitatını yaratamaz. Birey de içinde yaşadığı toplum gibi kuşkuludur; toplumun köle tarihine bağlıdır, onun içinde yaşar. Özgün ve özgür kimliği yoktur. “Ne yaşar ne yaşamaz” çelişkisinin yarattığı paradoks onu erk kıskacında tutar. Bireyin kendini üretme becerisinden yoksun yapısı bu kıskaçta şekillenir ve her aşamada “aidiyet”lerini de kendileri gibi kuşkulu hale getirerek sorgulatır.
Kuşkulu kimlikler, üretme/yaratma becerisinden yoksun olduklarından genellikle “dikey” yaşarlar. Referansları erk’tir. Erk’in baskıladığı toplumda oluşan eziklenme ve kölelik hukukudur.
Buradaki “dikey”lik; bireyin, yaşamın yaratıcı öznesi olmaktan kaçışını anlatır. Arayış içinde bulunmak yerine; kendi varlığını, ortaya çıkmış, görünür hale gelmiş, toplumda şu ya da bu düzeyde kabul görmüş, “başarılar” elde etmiş, kimlik edinmiş birey ve yapıların varlığına dayandırması anlamına gelir. Bundandır ki toplumsal alan ilgisini çekmez, o, iyi bir “üst yapı” canlısıdır. Bu yapının matematiğinde konuşlanır ve orada yaşar.
Dikey yaşam ve sonuç odaklılık
Dikey yaşayanlar “sonuç odaklı” olurlar. Başarı ve başarısızlıkları da “sonuçlar” üzerinden okur ve değerlendirirler. Skorel bir algıları vardır. Sürekli sayı kovalarlar ve sayı yapanlara “tapınarak” bir tür “dış aidiyet” oluştururlar. Analitik düşünme yetileri zayıf olduğundan daha çok duygusal uyarılara sahiptirler. Sadece bu uyarılara çarpan olguları görürler. Hayata, olaylara da böyle bakarlar.
“Sonuç odaklı” olduklarından, siyasal yapı ve organizasyonları da tuttukları takım gibi algılarlar. Sadece tabelaya bakarlar. 1-0, 2-0, 3-0 ya kazanmış ya da kaybetmişlerdir. Yengi ya da yenilgi süreçlerinin yarattığı birikimleri, arka planı, evrimsel gelişimi, başarıyı algılamakta zorlanırlar. Politik refleksleri kadar duygusal tepkileri de tamamen “sonuç odaklı”dır. Bundandır ki hep başarısızdırlar ve asla tatmin olmazlar.
Tatminsizlik başarısızlığın düşünsel arka planıdır
Matematiksel başarılara ve başarılı olana din gibi tapınmaları da bundandır! “Başarılı iş insanı”, “başarılı parti”, “başarılı politikacı”, “başarılı yatırımcı”, “başarılı sporcu”, “başarılı öğrenci”, “başarılı girişimci” onlar için başdöndürücüdür; hazine gibidir. Kıblegahtır, idoldür. Başarısızlık ise yergi ve utanç…
İsimleri, sembolleri, simgeleri idealize edişleri “öz”ü değil “biçim”i görünür kıldığından genellikle aldanırlar. Görüntüler kendilerini çeker; gerisindeki hakikati bilmeden sorgulamadan, bir güzele tutulur gibi ihtişamına tutulurlar! Haz, tutku ise onlar için sadece sayısal sonuçlarda vardır, “oran”larda “yüzde”lerde gizlidir.
Yetersiz, sonuç odaklı bireyler başarının ardındaki birikimi, kültürü, değişim ve gelişmeyi değil; simgeleri, sembollari göndere çeker! Bu yanılgılı halleri hayat içinde ilerletici değil, köreltici bir rol oynar.
Matematiksel başarılara tapınma
Örneğin kartal güçlü ihtişamlı görüntüsüyle son derece çekicidir. Görünüşü insanı cezbeder. Ancak kartal, yavrusundan biri, bir diğerini öldürerek kayalıklardan aşağı yuvarladığında hiç kıpırdamadan öylece seyreder, sadece seyreder. Kartalın ihtişamına kapılanlar, yavrularından birinin bir diğerini öldürüşüne kayıtsız kalışını çoğunlukla görmezden gelir; önemsemezler! Onlar için önemli olan sadece “kartal”dır. Kartalın gücü, ihtişamı çağrıştırıyor oluşudur. Bu nedenle imajlar, yargılar onlar için kolay değişmez; zihinlerinde yer edinmiş, yaşam biçimleri olmuştur çünkü…
Sonuç odaklı olmak ile kendi öyküsünü yazamamak arasındaki bağ iki önemli şeye işaret eder. Birey, bir tür aidiyet oluşturduğu (ki yüzeyseldir) politik yapılara, kurumlara, takımlara, bireylere, liderlere anlık duygularla yaklaşır. Aldıkları pratik sonuçlara göre tepkiler verir. İlerler ya da geriler, sahiplenir ya da vazgeçer, öfkelenir ya da sevinir, umutlu ya da umutsuz olur…
İkincisi ise, tam da buradan yaptığı yolculuklarla kendini büyütmez, başka öykülere kaçarak kaybolur…
Kendi öyküsünü yazanlar
Trajik olan şudur: Skorel yaşayanlar ve hayata da öyle bakanların kendi hayatları, öyküleri yoktur. Oysa yaşam, “kendi öyküsünü yazmak” gibi özgürlükçü bir ana başlık içerir. “Öyküler yazmak” sadece farkındalık yaratmaz, aynı zamanda bireyi tarih ve toplumun yaratıcı öznesi yapar. Etkin kılar.
Toplumlar da biraz “kendi öykülerini yazanlar”la ilerler, zenginleşir ve tarih içinde hakkettiği yere oturur. Kendi öyküleri olmayanlar ya da öykülerinde kalmayı başaramayanlar, (ki geri toplumların karakteristiğidir) başkalarının öyküleri içinde yer edinmeye çalışarak hiçleşir. Başkasına dönüşerek kendi olmaktan çıkar. Ancak bu bir tercih değildir. Genellikle güç getiremedikleri, yenik düştükleri bir dünyada, hayatta kalmanın dramatik tezahürü olarak gelişir.
Böylesi durumlarda birey, önce şiddetli bir şaşkınlık ve yalnızlık yaşar, sonrasında bunu dramatik kayboluşlar, kendini yitirmeler izler.
Sonuç odaklı olmanın psiko-politiğidir bu…
Yazılarınız çok değerlidir hocam, yazdıklarınız çok geniş bir kitleye taşırmak gerekiyor. Derinlik, içeri ve bireyi kendisi ile buluşturmada gerekli bilimsel, toplumsal olgunların tümü vardır.
teşekkür ederim. Eleştiriler de beklerim…