Cemal Özel
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Siyaset
  4. ‘’Gavur düşmanlığı’’ ya da anti emperyalizm

‘’Gavur düşmanlığı’’ ya da anti emperyalizm

featured

Gavur: (Arapça kāfir veya Farsça ‘gebr’ “ateşe tapan”dan) [Kelime Türkçe’den Balkan dillerine, Almanca ve İngilizceye de geçmiştir]

1. (Müslüman halk dilinde) Müslüman olmayan kimse, özellikle Hristiyan (Kubbealtı Lügati)

Gavur: Farsça gabr گبر 1. Zerdüşt dinine mensup, ateşperest, 2. Müslüman olmayan, kâfir (Nişanyan Sözlük)

Görüldüğü üzere Türkler ‘’gavur’’ kelimesini düşman, öteki ve aşağılama olarak kullanmakta olup genelde Hristiyanları tanımlamaktadır. Bu kısıma aşağıdaki satırlarda tekrardan dönmek üzere virgül koyup devam edeyim.

Emperyalizm: Latince imperare “yönetmek”; imperium ise “dünya imparatorluğu” manasında olup başka halklar üzerinde politik-ekonomik hükümranlık kurmayı, kendine bağlamayı ifade ederken aslında bununla daha çok Roma imparatorluğu kast edilmekte idi.

Daha sonraları Emperyal olarak kutsal Alman-Roma imparatorluğu ardında Britanya ve Napolyon(lar) Fransa’sı da ve böyle tanımlanmıştır.

19. yy. sonlarına doğru ise Marksist teorisyenler emperyalizm tanımına; ‘ekonomik güç üzerinden başka toplumları siyaseten kuşatma, kontrol altına alma hareketi anlamını’ katmıştır. Bu teorisyenlerden biri de Parvus’tur. 20. yy. hemen başında (1903 gibi) özellikle Avrupa’daki sermaye gruplarını, büyük bir titizlik ile incelemiş ve biriken sermayenin artık ulusal çitleri aştığını ve yeni alanlara yayıldığını fark eder. “Kapitalizm artık bir üst aşamaya yani emperyalizm seviyesine’’ geldiğini belirtmiştir. Daha sonra kapitalizm bu aşamada “ulusal sınırların dışında taşmış sermayeler” ile karşılaşacağını ve bunun; “bir küresel savaşa” sebebiyet vereceğini, dolayısıyla insanlık tarihinde kapitalizm ilk defa uluslararası bir savaşa girmek zorunda kalacağını tespit etmiş, akabinde kısa bir süre sonra da emperyalist I. Dünya Savaşı patlak vermiştir.

Anti emperyalizm ise gayet açık olarak anlaşılacağı üzere emperyalizme karşı olma durumudur. Bu siyaset; sadece ekonomik-siyasi bir karşıtlık yani anti kapitalist olmayıp aynı zamanda başka milletlerin toprağını işgale ve kültürel hegemonyaya da karşı olmayı anlatmaktadır. Anti emperyalizm aynı zamanda sömürgecilik, milliyetçilik, ırkçılık ve faşizme karşı bir politik duruşu ifade etmektedir.

Bu kısa izahattan sonra coğrafyamızın” anti emperyalist” ruh halini anlamak için meselenin arka planını irdelemek gerekmektedir. Öyleyse şimdi tarihi-kronolojik bir seyahate çıkalım. Doğu-batı savaşı; antik dönemde doğudan gelen Medler Batı Anadolu ve Antik Yunan’a karşı saldırılara girişir ve ardından Ahamenidler ile bu süreç devam eder. Böylece; doğu-batı arasında büyük bir karşıtlık-düşmanlık ortaya çıkmıştır. Sonra büyük Alexander (İskender) doğudan gelen İrani/Aryen saldırılarını tamamen bertaraf etmek için doğu seferine çıkar ve sonucunda Ahamenid İmparatorluğu tarihe karışır.

Alexander ardılları daha sonra başka bir İrani/Aryen kavim olan Partlarca ortadan kaldırılır. Bu arada antik Yunan medeniyeti üzerine, batıda Roma imparatorluğu kurulmuş ve artık doğu dünyasının yeni düşmandır. Bundan böyle savaşlar bu iki güç arasında devam edecektir. Görüleceği üzere bahsettiğim tarihsel momentte antik anlamda politik-kültürel olarak “emperyal güdüler ile hareket edilmiştir. Doğuda, Partlar başka bir İrani/Aryen kavim olan Sasanilerce tarih sahnesinden indirilir. Batıda ise siyasi durum farklılaşmış artık Roma imparatorluğu iki parçadır ve karşıda yeni düşman olarak doğu Roma olan “Bizans” vardır ve bölgemizdeki emperyal tepişme artık bu iki güç arasındadır.

Böylece, doğu ve batı arasında sanki bitmeyecekmiş gibi bin iki yüz sene savaşlar sürmüş, sonucunda iki coğrafya bir hayli hırpalamıştır. Bu verili duruma çölden gelen, yeni bir din-ideoloji kuşanmış olan Arap bedeviler, tarihsel olarak son vermiştir. Bu yeni din-ideoloji kendisi dışında herkesi “günahkâr” ilan etmiş ve her türlü ayrıcalık ve üstünlüğün tanrı tarafından kendilerine bahşedildiğine inanmıştır.  Dolayısıyla, kendilerinden olmayanlar (İslam) artık “kahrolunası düşmandır”. Hem zaten” Allah’ta böyle istemiştir”. 

Böylece İslam, bölgede ki diğer dinleri zapturapt altına almış, zimmilik statüsüne sahip olanlar ancak bir parça kendi varlığını koruyabilmiştir.

751 yılında Talas’ta Abbasi Arap İslam ordusu ve ittifakları, Çin ordusu ve yanındaki Türklere karşı savaş yaptılar. Türkler para karşılığında Çin ordusunu satıp, savaş anında arkadan onlara saldırır ve yenilmesine sebep olur. Bu savaştan sonra çöl göçebesi bedevi Araplar ve step göçebesi Türkler talan mantığı üzerinden tarihsel olarak artık buluşmuştur. Yani farklı bir ifade ile; “su toprak ile buluşmuştur”. Böylece Türklere büyük bir tarihsel kapı aralanmış ve sanki” tanrının yürü ya kulum desturunu almıştır”.

İslam dünyası ile tanışan Türkler, sonra siyasi atmosferinde yardımı ile (bu büyük bir şans olarak dört ayak üstüne düşmedir) Abbasi devletinde ya köle ya da paralı asker olarak hassa ordusunda görev alarak ayrıcalıklı hale gelmiş, bunun nimetlerinden ise sonuna kadar faydalanmıştır.

Hassa ordusunda günden güne güçlenen Türkler, devlet yönetiminde de artık önemli bir konumda olup, artık her türlü hesabın direkt içindedir.

Türklerin elinde halife artık bir oyuncaktır, istediklerini tahta oturtup istemediklerini indirirler.  Böylece halifenin konumu, Türk etkisinden dolayı sadece bir kukladan başkaca bir değildir.

Türkler, burada devletin nasıl bir kudret-güç yarattığını gayet iyi öğrenmiş ve bunsuz bu coğrafyada yabancı, bir de medeniyetten yoksun olarak hiçbir şanslarının olmadığını akıllarına kazımıştır. Tam da bu yüzden hep güçten yana dolayısıyla aşırı devletçi olmuşlardır.

Ve bu verili durum günümüzde de hala devam etmektedir…

Türkler, ta Abbasilerden bu yana bir nevi “tanrının lütfu olarak elde ettiği” iktidar gücü ile suni Müslüman kesimin de hamisi olmuş ve bu durumunu Osmanlı ile de devam ettirmiştir.

Batıda ki coğrafi keşifler, bu kıtanın tarihsel sıçrama yapmasının önünü açmış ardından reform dönemi, bilim, teknikte gelişme, aydınlanma çağı, ardından burjuva ve sanayi devrimleri ile Avrupa toplumu insanlık tarihindeki en büyük sıçramayı yapmıştır.  

Bütün bu gelişmelerden dolayı Avrupa her yönden güçlenmiş artık dünyada onlar ile baş edecek başkaca bir güç yoktur. Buna Müslüman toplumlar da dahildir.

Müslüman Suni-Hanefi ayrıcalıklı konuma sahip olan Osmanlı (Türkler) artık gelişmiş bu Hristiyan dünya ile hiçbir konuda baş edememektedir. Gittikçe onlara bağımlı duruma düşmekte ve güç odağını oluşturanlar arasındaki çelişkiye göre varlığı buna bağlı olarak devam etmektedir.

Böylece, dünün “tanrının lanetlediği, gavur’’denilip aşağılanan ve her türlü melanetin yapıldığı Hristiyanlar artık esas belirleyici güçtür.

Osmanlı, ‘’Frenk-gavur’’ deyip aşağıladığı batı Avrupalı Hristiyanlar artık modern dönemin motor gücüdür ve karşısında ilhak ettiği toprakları kaybetmeye başlar. Bütün bunlar olurken Türkler, nasıl olur da” gavur karşısında” aciz duruma düştüklerini sorgulamaya başlar ve çözüm olarak “gavurları”    taklit etmekten geçtiğine karar verirler. Böylece devlet, asker-sivil bürokrasisinde değişime gittiler. Bu III Selim dönemine tekabül etmektedir. Yani “Türk modernleşmesi artık milat olarak başlamıştır”.   Bu reform girişimleri, Osmanlının bir yüz yıl ömrünü uzatmış ama buna karşın bürokrasi gücünü pekiştirmiş, etki alanı ise genişlemiştir.

Osmanlı tek parça halinde kalmak ve üstüne tekrardan tarih sahnesinde ki eski şaşaalı döneme dönmek için 20. yy. hemen başında ki emperyalist savaşa taraf olarak girmek istemiştir. Ama yaptığı onca reforma rağmen hala bir orta çağ devleti idi ve tam da bu handikap yüzünden güçlü bir ittifak bulamıyordu. İmdadına, Osmanlıya taktiksel bir görev biçmiş olan imparatorluk Almanya’sı yetişir. Ama sonuç Alman ve Türklerin yenilgisi ile sonuçlanır ve Osmanlı ilhak ettiği toprakların büyük kısmını da kaybeder. Böylece, Türkler için yeni bir çağın başladığını söylemek abartı olması gerek.

I. dünya savaşı sonlarına doğru Çarlık Rusya’sında Bolşevikler devrim yaparak iktidara gelir. Ama Rusya geri bir ülkedir ve Avrupa’da da beklenilen sosyalist devrim gerçekleşmez. Lenin dümeni “sosyalist anavatanı” korumaya çevirir ve “anti emperyalizm” tezleri komünist cephenin önemli bir kısmında muğlak olmaya başlar.

Bolşevikler ihtiyaca uygun olarak Bakü’de birinci doğu halkları (Müslüman) kurultayı adı altında uluslararası bir toplantı düzenler. Aslında, bu, daha çok tarih trenini kaçırmış doğunun Hristiyan karşıtı Müslüman toplumlarını batılı kapitalist-emperyalist devletlere karşı kışkırtma gösterisidir”. Lenin’in yaptığı aslında bir blöf olup, hedefi ise “Bolşeviklerin meşruiyetini” başta İngilizler olmak üzere batılı kapitalist devletlere kabul ettirmektir. Osmanlı bakiyesi üzerinden kurulan yeni devletin (devlet T.C. olacaktır) ise Sovyetler tarafından desteklenmesi, aslında güney kanadını güvene almak içindir. Bütün o ittihatçıların ikinci sınıf kadroları tarafından başlatılan ve kasıtlı bir şekilde “anti emperyalist” olarak tanımlanan hareketin Bolşevikler tarafından poh pohlanmasının asıl sebebidir, ki, bu durum ileride “anti emperyalist kurtuluş savaşı” mitosu (palavra diye okuyun) karşımıza çıkacaktır.

20.yy. ilk çeyreğinde ikinci sınıf ittihatçı takımı bir tahterevalli gibi batılı kapitalist devletler ile yeni kurulan Sovyetleri kullanmış ve bu sayede kendisine politik-ekonomik bir hareket alan açmıştır. Artık” tanrının yeryüzündeki temsilcisi” bürokratik, baskıcı devlet dönemi, dikensiz bir gül bahçesine girmiştir. Öyle ki; “bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz” diyecek kadar.

II. dünya savaşından sonra başta ABD olmak üzere batılı devletler Türklere baskıcı bürokratik devlet modelinden taviz vermesi ve “sivilleşmenin” önünü açmak için çok partili sisteme geçmesini dayatır. Türkler ise “açık oy gizli tasnif” numarası ile 1946 yılında seçime giderek bunu savuşturmaya çalışır. Daha sonra altmış darbesi yapılır ve tekrardan bürokratik erkin devlet üstündeki gücü pekiştirilir ve aynı zamanda olası bir ekonomik iflas ilanının önüne de geçilir.

Ama darbeyi yapan bir kesim (kendisini sol-Kemalist olarak tanımlar) iktidardan bir süre sonra tasfiye edilir ve bu yüzden bir sonraki darbe girişimi hazırlığına başlarlar. Tasarlanan batı karşıtı ama Sovyet yanlısı tabi ki “anti emperyalist” bir darbedir. Ama yetmiş birde buna muvaffak olunamaz aksine karşı darbe olur. Ama bu darbe yanlısı kliğin “anti emperyalizm” safsatası, daha önce darbe için ortalığı hareketlendirsin diye manipüle edilen solculuk gazı verilmiş, aslında milliyetçi olan gençlere miras kalır.

Doksanlı yıllarda Yalçın Küçük Türkiye’yi “alt emperyalist” hevesleri olan bir ülke olarak tanımlamıştı. Günümüz itibari ile Türkiye’nin aslında emperyalist bir ülke olduğunu açıkça söylemek gerekiyor. Kürt, Laz coğrafyası, Kıbrıs, hadi bunları kısa bir süreliğine es geçelim, Rojova, güney Kürdistan, Karabağ, Libya’da acaba Türkler ne aramaktadır? Bu konuda hızlı “anti emperyalistler” ne der? Özellikle Türk sol cenahında, Kürdilere “emperyalizmin uşaklığını yapıyorsunuz” diye çemkirenler ne düşünmektedir?

Bu noktada Türk anti emperyalist takımın samimiyetle cevaplaması gereken birtakım sorular ortada durmaktadır.

Aslında ciddi batı (Hristiyan diye okuyun) karşıtı olan Türklerin, batı ile her türlü gizli açık ilişkisi de devletin varlığını sürdürmesi için yapılması gereken zorunluluktan olduğunu belirtmek gerekiyor. Bu durum reel politik mantık açısından tutarsız değildir. Ama kitle açısından; nefret ettiği batı medeniyet-kültür ve değerlerini taklit ve sıklıkla bunun üzerinden başka toplumlara üstenci bakan hatta kendi içinde de bunu kendi insanına yapma üslubu, kaba bir sahtekarlık ve samimiyetsizlik örneği olduğunu söylemek kanımca yanlış ve abartı olmasa gerek.

Türkiye’de sağı ve solu ile “anti emperyalizm” oyununu; genetik kültürü üzerinden sahip olduğu tarihsel Hristiyan düşmanlığı yanında, devleti elinde bulunduran asker ve sivil bürokrasinin gücünden taviz vermek istememesi için kullanılan, içi boş bir aldatma-manipülasyon argümanıdır. Bu garabet slogan dosdoğru olarak böyle okunması gerekmektedir.

Farklı bir anlatım ile aslında Türklerdeki anti emperyalizm algısı: Biri birinden farklı görünen ama aralarında sadece ton farkı olan milliyetçilerin, milli çıkarların korunup, kollanması için halkın milli (antiemperyalist) tepkilerini canlı tutmak, geliştirmek, bilemek üzere oluşturulmuştur. Böylece meseleyi sınıfsal değil de milli menfaatler üzerinden anlamıştır. Buda, anti emperyalist politik hattın ana omurgası olup, temel gıdası da milliyetçiliktir.

Son olarak; Türk “anti emperyalizm” heyulası; kültürel-politik genetiğindeki Hristiyan düşmanlığını, modern bir tanım olan emperyalizm ardına sakladığı kötü bir politik gösteridir. Yine başka bir düşman olarak gördüğü Yahudiliği; batının yedek bir gücü olarak tanımlamasını da bu noktada belirtmek gerekiyor. Tamda bu yüzden Türk antiemperyalizm mantığının bölge-dünya siyasetinde hiç ama hiçbir karşılığının olmadığını da hatırlatmak isterim.

‘’Gavur düşmanlığı’’ ya da anti emperyalizm
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir